Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi Ceren Damar Şenel, 2 Ocak Çarşamba günü üniversitedeki odasında bir öğrenci tarafından bir hiç uğruna acımasızca öldürüldü. Haberi duyunca içim sızladı. Sonrasında sayısız yazı okudum; üniversitelerin, eğitimin, toplumun, gençliğin ne hale geldiğine dair. Hepsi de haklıydılar. Sonra araştırma görevliliğimden bugüne kendi akademisyenlik geçmişimi düşündüm. Tam yirmi yıl olmuş. Bir sürü absürt, komik, güzel ve acı şey yaşadım. Buraya sadece kendi ve çok yakın arkadaşlarımdan, kesin doğru olduğunu bildiğim anekdotları sıralayacağım. Hepsinin alt alta toplamı ne ifade eder bilemiyorum; onu da size bırakacağım.
Ancak önce şunun altını çizerek belirtmem gerek. Akademisyenin üniversitedeki odası yuvasıdır. Orayı bir yuvaya dönüştürmeye, kişiselleştirmeye çalışır. Duvarda sevdiği posterler, belki birkaç biblo, evdeki kütüphaneden getirilen kitaplar, bir masa lambası, bir saksıda çiçek, ketıl, kupa, yer varsa bir koltuk. Çünkü orada yaşayacak, orada tezini – makalesini yazacak, kitap okuyacak, idari işlerle boğuşacak, bazen danışmanlığında sayıları 100’ü geçen öğrencilerin dertleri ile ilgilenecek ve aklınıza gelmeyecek daha bir sürü şey olacak. Bu nedenle Şenel, üniversitedeki herhangi bir odada değil, evinin uzantısı olan, hayatının çoğunu geçirdiği güvenli yuvasında öldürüldü. Bunu herkes bilmeli.
ANEKDOT 1:
En ağır olanı ile başlıyorum. Yaz okulu. Yani 14 haftalık normal dönem, 7 haftaya sıkıştırılmış. Aslında bilgiyi sindirmeye vakit olmayan en yoğun ve zor dönem. Öğrenciye göre ise çoğunlukla normal dönemde geçemediği derslerden kolayca geçebileceğini düşündüğü dönem.
Mimari tasarım dersi. Yaz sonu, notları vermişim. Not verirken tek kuralım vardır: Gece, başımı yastığa koyduğumda huzurlu uyuyabilmek! Derse düzenli gelmemiş, kötü bir proje teslim etmiş ve kalmış bir öğrenciden e-posta geldi. Annesinin kanser olduğunu, kısa bir ömrü kaldığını ve tek arzusunun oğlunun mezun olduğunu görmek olduğunu yazıyordu. E-postaya, annesinin hastane odasında, her yerinden hortumlar çıkan, beraber çekildikleri fotoğrafları da eklemişti.
Fotoğraflara bakmak istememiştim ama bir kere bakmış oldum. Artık görmemiş gibi yapamazdım. Bir insan, annesini bu şekilde nasıl kullanabilirdi? Şaşkındım. Çok kızgındım. Odama çağırdım, kendisine ağzıma geleni söyledim ve sonrasında sadece onun değil, kalan bütün öğrencilerin notlarını yükselttim. Ardından da odamın kapısını kilitledim ve uzunca süre ağladım. O an, bir hoca olarak, bir insan olarak yıkıldığım andır. Daha kötüsü, sonradan öğrendim ki, bunu herkese yapıyormuş, hem de iki yıldır. O öğrenciyi uzun süre koridorlarda gördüm, yüzüne hiç bakmadım. Tek kelime söylemedim. Sonra kayboldu. Herhalde mezun olmuştu.
Artık konu ne olursa olsun, benzer şekilde gelen her öğrenciye, “Madem durum (artık her neyse) bu kadar vahimdi, o zaman neden dersine gereken önemi vermedin?” diyor ve huzurla uyuyorum.
ANEKDOT 2:
Tanıtım dönemi... Akademisyenlerin iki haftalığına hocalığı bırakıp, bir masada oturup, pazarlamacılık yaptığı dönem! Ailesi ile gelen öğrenci adayı ile tanışılır, neden bu bölümü istediği konuşulur vs. Ama öğrenci adayı hep bir gerideki sandalyededir. Ne de olsa parayı ailesi verecek, öğrencinin kararından önce velilerin kararı önemli. Sadece mesleği tanıtırım, daha fazlası kandırmak gibi gelir. Yine huzurlu uyuma meselesi yani.
Bir ara üniversiteler arasında, her yeni gelen öğrenciye dizüstü bilgisayar vermek modası vardı.
- Zırrr…
Telefonu açtım.
-Laptop veriyor musunuz?
-Hayır
Çat! Telefon suratıma kapandı. Ne bir 'merhaba' ne bir 'iyi günler'... Sadece surata kapanan bir telefon.
ANEKDOT 3:
Yine yaz okulu. Hiç anlayamamışımdır, hem yaz okulu için ayrı para öderler hem de derse gelmezler. “Yaz okulu” diyerek gevşemediğimi de bilirler. Galiba parasını ödeyince, bir dönem önceki sorumsuzluğun bedelini ödediklerini düşünmekteler.
Final sınavı bitmiş, amfinin kapısında iki öğrenci, elleri önde birleşmiş, omuzlar hafif düşük, mahzun bakışlar ile beni bekliyorlar.
- Hocam, sınavdan geçer miyiz?
Aval aval baktım. Ne demeye çalışıyorlardı?
- Nereden bileyim, daha şimdi sınav oldu, kağıtlarınızı okumadım, diyebildim ancak.
ANEKDOT 4:
Çok uzun zamandır tanıdığım, siyaset bilimci bir arkadaşımın başından geçen... Düzgün insandır. Konusuna hakimdir. Taraf tutarak değil, bir konuyu her yönüyle eleştirel olarak anlatmayı iyi bilir. Bir gün dersin ortasında aniden bir öğrenci hışımla kalkarak, kapıya yöneliyor.
-N’oldu? Nereye gidiyorsun?
-Anlattıklarınız benim milliyetçi görüşlerimle uyuşmuyor.
ANEKDOT 5:
Mimari tasarım dersinde, atölyede, bazen öğrencinin projesi duvara asılır ve tüm grup beraber konuşuruz. Bir öğrencinin projesine bakıyor, 'bunları neden böyle yaptın' diye soruyor, eksiklerini gösteriyorum. Projeye dalmışım. Hiçbir şey kişisel değil. Her şey mesleğe dair. Bir baktım, gözleri yaşarmış!
- Ne o, ağlayacak mısın? Burada mimarlık konuşuyoruz. Hayat, prensesler ve prensler olarak yaşanmaz. Hadi yüzünü yıka gel, sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Dönem sonu masama bir mektup bırakıp, kaçtı. Hayatının zor bir döneminde, benden proje alıp almamak konusunda çok tereddüt ettiğini, 'prenses' olmakla ilgili kendisinin de derdi olduğunu söylüyor ve bu dönem için bana teşekkür ediyordu. Keşke saklasaydım o mektubu.
ANEKDOT 6:
Başka bir üniversitenin eski bir bölüm başkanının anlattığı bir hikaye... Dönem sonu, bir öğrenci hocayı CİMER'e (Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi) “hoca, başım bağlı olduğu için beni bıraktı” diye şikayet ediyor.
Tabii şikayet CİMER’den üniversitenin rektörlüğüne iletiliyor ve hocanın işine hemen son veriliyor. Diğer hocalar, hocanın başı bağlı olup, “A” (en yüksek not) verdiği öğrenciler de olduğunu gösteriyorlar. Ama cevap şu:
- Önemli değil, önemli olan sorunun çözülmüş olması.
Bu kadar kolay bir akademisyeni, hocayı harcamak.
ANEKDOT 7:
Başka bir yakın arkadaşımın başından geçen bir olay.
Öğrenciler toplu halde bölüm başkanının odasına gidip, “Hoca çok zor soruyor” diye şikayet ediyorlar. Bölüm başkanı, hemen o an, öğrencilerin önünde hocaya telefon açıyor. Hocanın cevabı çok mantıklı.
- Zor sormuyorum, sadece anlattığımı soruyorum.
- Tabii canım, ama onlar da bizim en değerli varlıklarımız, biraz anlayışlı olalım” diyerek telefonu kapatıyor.
SON SÖZ
Sanırım bu kadarı yeterli. İlk aklıma gelenleri, bende iz bırakmış olanları buraya sıralayıverdim. Sakın yanlış anlamayın, öğrenciyi karşıma almış birisi değilim. Belki başka bir zaman, bir sürü güzel anımı da yazma fırsatı bulurum. Halen görüşmeye devam ettiğim, artık “hoca-arkadaş” diye tarif ettiğim öğrencilerim vardır. İyi ki de varlar.
Önümden nesiller geçiyor, nasıl değiştiklerini yakından izleyebiliyorum. Gördüğüm şu: Kafaları çok karışık, yeni bir şey karşısında kolayca dengeleri bozulabiliyor. Ama refleksleri düşünmek değil hemen reddetmek oluyor. Geleceğe dair fazla bir düşünceleri yok. Zora gelemiyor, kolay olsun istiyorlar. Zihinleri boş. Kuraklar. Beslenebilecekleri bir alanları yok. Müthiş bir aldırmazlık, ilgisizlik hakim. Mutsuzlar ama farkında değiller. Olumsuz bir şey duymaya, görmeye tahammülleri yok.
Anlattıklarım münferit olaylar değil. Daha bir sürü var. İyi olanlar azalırken, kötü olanlar artıyor. Bunun tedirginliğini tüm akademisyenler hissediyor. Ancak sorun her ne ise, öğrencilere genel bir tutum olarak yayılmış durumda. O zaman sorun sadece onlarda değil bizlerde de. Önce kendimize dönüp bakmalıyız. Hem de en yukarıdan en aşağıya kadar. Çünkü bu insanlar, Türkiye’nin geleceği olacaklar. Değerler üretecekler. Fikirler ortaya koyacaklar. Hatta bir kısmı akademisyen olacaklar ve kendilerinden sonra gelen nesilleri yetiştirecekler. Ama bu şekilde olamayacağını görüyorum ve samimi söylüyorum, gerçekten çok üzülüyorum.