Üniversiteyi tercih etmek ya da etmemek

İşsiz üniversite mezunları ve işlevsiz üniversiteler bir sorun yumağı olarak karşımızda duruyor. Bu üniversitelerle ilgili palyatif tedbirler almak, küçük iyileştirmeler yapmak yerine bütün eğitim sistemini yeniden yapılandırmak gerekiyor. Ancak bu yapılandırma sürecinde de kamu yararına öncelik vermek, gençlerin gelecek hedeflerine uygun modeller geliştirmek, beyin göçünü engelleyecek alanlar açmak, bilime, yeniliğe açık olmak gerek.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Hafta başında Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) sonuçlarının açıklanmasıyla hem adaylar hem de aileler için heyecan verici bir tercih süreci başladı. Sınava bu sene birinci oturumda üç milyondan, ikinci oturumda ise iki milyondan fazla aday katıldı. 2021 yıl verilerine göre KKTC üniversiteleri de dahil olmak üzere toplam 858.116 kontenjanın 688.727’sine yerleştirme yapıldı. Geçen yılın yüzde 80’lik yerleştirme oranı dikkate alındığında bu sene de yaklaşık bir milyon öğrencinin daha yükseköğretime dahil olacağını öngörmek mümkün. Ancak rakamlar yanıltıcı olmamalı. Türkiye’de iki yüzden fazla üniversite, sekiz milyondan fazla üniversite öğrencisi var. Ama üniversitenin eğitim ve araştırma işlevlerini ne kadar karşıladığı, üniversite mezunlarının ne tür donanımlarla mezun olduğu, Türkiye’de üniversitenin bilimsel perspektifi ne derece yaygınlaştırabildiği tartışılır. İster istemez sormak gerekir, bu kadar üniversiteye, böyle üniversite mezunlarına ihtiyaç var mı?

TERCİHTEN ÖNCE

Üniversiteye girmiş olmak bitirmek anlamına gelmiyor. Her şeyden önce bir üniversite öğrencisinin eğitim hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı maddi kaynağı garantilemesi gerekiyor. Geçtiğimiz yıl –henüz ekonomi bu kadar kötü değilken- farklı şehirlerdeki üniversite öğrencileri barınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. "Barınamıyoruz" hareketinin dile getirdiği ev bulma, kirayı karşılama meselesi öğrencilerin karşılaştığı maddi sorunlardan yalnızca bir tanesiydi. Birçok öğrenci barınma sorununun yanında beslenme sorunuyla da karşılaşıyor, üniversite yemekhaneleri ucuz ama yetersiz öğünler sunuyor, dışarıda yemek yemek pahalıya geliyor, evde ya da yurtta yemek yapmak dahi öğrenci bütçesini zorluyor. Türkiye’de ortalama haneler beslenme sorununu çözmemişken öğrenciler nasıl çözsün? Gençler temel ihtiyaçlarına odaklanmaktan çok yönlü, vizyon sahibi bireyler olmaları için gerekli donanımlara da bütçe ayıramıyor. Kültür sanat faaliyetleri, okuduğu şehri ve çevresini gezmek ya da ders dışı faaliyetler çoğu zaman kampüs etkinlikleriyle sınırlı kalıyor.

Buna karşılık gençlerin önünde iki seçenek var: burs bulmak ya da çalışmak. Kredi Yurtlar Kurumu, Türk Eğitim Vakfı, Elginkan Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, büyükşehir belediyeleri gibi birçok kurum üniversite öğrencilerine burs veriyor. Ancak burslar ya çok yüksek başarı gösterenlere ya da çok yoksul olanlara gidiyor. Oysa bugün okul başarısı ortalama olsa da yüksek idealleri olan ve bir bursun sağlayacağı motivasyona ihtiyaç duyan farklı profilde öğrenciler de var, çok yoksul olmasa da orta altı gelir düzeyinde çocuğunu okutmakta zorlanan haneler de var. Burs sistemi öğrencilerin ancak küçük bir kesimini kapsayabiliyor. Burslarla ilgili geri ödeme sorunu bu hafta muhalefetin girişimi ve iktidarın da talepleri görmesi sonucu kısmen çözüldü, KYK burslarının faizleri silindi. Bu karar mezun olan öğrencileri kurtardı ama yeni başlayanlar için bir şey söylemek mümkün değil, zira Türkiye ekonomisinin değil gelecek dört yılını, gelecek dört gününü bile öngöremiyoruz.

Üniversite eğitiminin maliyetini karşılamak için ikinci seçenek çalışmak. Lisans öğrenciler çoğu zaman okul çevresindeki kafelerde, restoranlarda çalışıyor, kuryelik yapıyor, online işlerde çevirmen, içerik geliştirici, sosyal medya yöneticisi olarak çalışıyor, fuarlarda ve etkinliklerde part-time işlere gidiyor. Öğrenciler çoğu zaman gig ekonomisinin en alttakileri oluyor, güvencesiz işlerde sömürü düzeyinde düşük ücretlere çalışıyor. Lisansüstü eğitimde istihdam profili biraz daha iyileşse de çalışmaya ayrılan zaman ve emek akademik hedeflerin önüne geçiyor. Burada olması gereken, öğrencilerin yalnızca en başarılı ve en yoksul kesimini değil, tamamını kapsayacak kademelendirilmiş bir destek sistemi. Böyle bir destek sistemi içinde yemek bursu, ulaşım bursu, kitap-kırtasiye desteği gibi farklı kalemlere yönelik desteklerin düşünülmesi gerekir. İkinci olarak kampüslerde üniversite öğrencilerinin eğitim koşullarını zorlaştırmayacak istihdam olanaklarının yaratılması gerekir. Bu yaklaşım öğrenciyi kampüste tutar, güvenlik kaygısını ortadan kaldırır, emek sömürüsünün önüne geçer.

TERCİHTEN SONRA  

Buraya kadar anlatılan maddi boyutunun ötesinde bir de üniversite eğitiminin bilimsel ve akademik boyutunu da düşünmek gerekiyor. Şu anda Türkiye’de 208 faal üniversite var, ama bunlardan kaç tanesinin evrensel standartlarda bilim ürettiği tartışılır. Bugün üniversiteler tamamen siyasi bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Üniversiteler araştırma ve eğitimden çok iktidarın yandaşlarına ve yakınlarına kadro bahşettiği, dindar nesil yetiştirmek için belli görüşleri indoktrine ettiği, her türlü muhalif sesi baskılayarak ve dışlayarak korku iklimini yaygınlaştırdığı kurumlar. Üniversitelerde yaşanan gerilim son yirmi yılda yürütülen politikalarla sınırlı olmasa da özellikle bu dönemde yaşanan bazı gelişmeler bu çöküşte rol oynadı. Gezi olayları sonrasında aktivist, muhalif akademisyenlerin hedef alınması, 15 Temmuz sonrası OHAL döneminde KHK’larla binlerce akademisyenin ihraç edilmesi, artan baskılar ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanması nedeniyle yine binlerce akademisyenin ülkeyi terk etmesiyle yaşanan beyin göçü ciddi bir kan kaybına yol açtı. Bu süreç üniversitelerde kalanların hayatını da başka biçimlerde zorlaştırdı. Atanmış rektörlerin politik motivasyonu, akademik özgürlüklerin kısıtlanması, bilimsel araştırmalara yönelik desteklerin hep belli alanlara belli kanallara yönlendirilmesi yapısal sorunlara yol açtı. Bugün Türkiye’de ayakta kalmaya çalışan akademisyenlerin büyük bir kısmı tükenmişlik duygusu yaşıyor. Bir şey yapmak, bir şeyleri değiştirmek isteseler de yönetimin bürokratik mantığı, çalışma arkadaşlarının yoldaşlıktan uzak olması, bilime öncelik verilmemesi onların da hevesini kırıyor. Sürekli yükselen akademik kriterler, akreditasyon süreçleri, akademik personele dayatılan performans ölçütleri üniversitelerin genel görünümünü iyileştirmeye yetmiyor.

Bu tükenmişlik hali ister istemez öğrencilere de yansıyor. Müfredatlar uzun zaman değişmiyor, aynı dersler içerikleri hiç değişmeden yıllarca kalabiliyor, öğrenme sürecinde yenilikçi yaklaşımlar ne yazık ki hayata geçirilmiyor. Kadavra görmeden mezun olan doktorlar, 3D yazıcı, 3D tarayıcı görmeden mezun olan tasarımcılar, ciddiye alınmadığı için unutulmuş binalara sıkıştırılan güzel sanatlar fakülteleri, sınırlı imkân ve alanda var olmaya çalışan programlar var. Böyle durumlarda bırakın öğrenciyi, hocaların dahi harekete geçecek motivasyonu bulması zor. Dijital teknolojilerin yaygınlaşması yeni nesil için sınırsız bilginin –ve aslında bilgi kirliliğinin- saniyeler içinde ulaşılabilir olması demek; böyle olunca sınıf-kürsü-tahta ortamındaki anlatı cazip gelmiyor. Diğer taraftan değişiklik yaptığınızda, sürekli aynı eğitim kalıplarına maruz kalan öğrenciler sunduğunuz yeniliği anlayıp uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Kontenjanlar artıp sınıflar büyüdükçe eğitimin niteliği düşüyor, danışman başına düşen öğrenci sayısı arttıkça öğrencinin alması gereken bireysel destek ve rehberlik de azalıyor. Mesele bununla da sınırlı değil, çünkü üniversite hayatı eğitimden ibaret değil. Öğrencilerin ders dışı faaliyetlere, kulüplere ve kültür sanat etkinliklerine de katılabilmesi gerek. Ama burada da çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik bir işleyişin olduğunu söylemek oldukça zor.

HERKES ÜNİVERSİTE MEZUNU OLMALI MI?  

Alınan eğitimin niteliği düştükçe mezuniyet sonrası getirileri de azalıyor. Buradaki en büyük sorun milyonlarca lisans mezununun iş bulamaması, bulanların da ancak küçük bir kısmının aldığı eğitimle ilgili iş bulması. Üniversite eğitiminin amacı işgücü yetiştirmek mi diyenler oluyor, her yıl milyonlarca insanın bilim insanı olması beklenemeyeceğine göre üniversitenin toplumsal bir işlevi de nitelikli insan yetiştirmek. Ancak işgücü piyasasının göstergelerine baktığımızda bu konuda da aksaklıkların artarak devam ettiğini görmek mümkün. Genç işsizliğinde yüzde 20 oranı ile yüzde 14’lük AB ortalamasının çok üstündeyiz. Özellikle 2006’dan sonra açılan üniversitelerin 15 yılda emek üretkenliğine etkisinin görülmesini beklerdik, oysa Türkiye övündüğü üniversite mezuniyet oranlarına karşın emek üretkenliğinde, yani çalışarak değer yaratma konusunda da düşük bir performans sergiliyor. Mevcut ekonomik kriz dikkate alındığında önümüzdeki birkaç yılın çalışma hayatı açısından daha da zorlayıcı olacağı görülüyor. Birçok genç insan bugün “Eğitim mi, deneyim mi?” ikilemini daha ciddiye alıyor. Dört yıl boyunca üniversiteye gidip ortalama bir eğitim alıp işsiz kalmak yerine, ilgi duyduğu bir alanda tabandan başlayıp deneyimle yükselmek bazı alanlarda daha mantıklı geliyor. Özellikle özel üniversitelerin yüksek maliyetlerine karşılık ortalama eğitim seviyeleri alternatif maliyetleri cazip kılıyor.

Sonuç olarak işsiz üniversite mezunları ve işlevsiz üniversiteler bir sorun yumağı olarak karşımızda duruyor. Bu üniversitelerle ilgili palyatif tedbirler almak, küçük iyileştirmeler yapmak yerine bütün eğitim sistemini yeniden yapılandırmak gerekiyor. Ancak bu yapılandırma sürecinde de kamu yararına öncelik vermek, gençlerin gelecek hedeflerine uygun modeller geliştirmek, beyin göçünü engelleyecek alanlar açmak, bilime, yeniliğe açık olmak gerek. “Yanlış yaptık.” deme cesareti olmayanlar bu yanlıştan nasıl çıkacaklar? Bu da merak konusu.

Tüm yazılarını göster