Var olmak, ama 2016 yılı Türkiye’sinde bu siyasilerle, bu
bürokratlarla, bu medyayla var olmak, artık sadece akıl ve ruh
sağlımızı değil, doğrudan beden sağlığımızı da bozuyor, kalbimize
dokunuyor, midemize, böbreğimize zarar veriyor. Toplumun bütün
alanları, siyaset, hukuk, eğitim, kültür, medya birer karabasan
gibi üzerimize çöküyor.
Benim bir hocam vardı, “var olmanın zengin bir deneyim
olduğu”ndan söz eder ve bu dünyanın vasat siyasetçilerden, grotesk
bürokratlardan, şımarık magazin yıldızlarından ibaret olmadığını
söyleyip, bunların dünyasının yanında kendimize Shakespeare’den,
Cervantes’ten, Âşık Veysel’den, Marquez’den oluşan başka bir dünya
inşa edebileceğimizi, etmemiz gerektiğini söylerdi. Müsaadenizle
bugün kendisinden, Ünsal Oskay’dan bahsetmek istiyorum size. Bugün
onun yedinci ölüm yıldönümü.
Ünsal Oskay, 1960’larda olgunlaşan entelektüel neslin en nadide
üyelerindendir. Türkiye’de “iletişim bilimleri”nin kurucusudur.
Frankfurt Okulu’nu Türkiye’ye tanıtan ve öğreten öncü bir
entelektüeldir. Marksist bir toplumbilimcidir. Ders anlattığı
sınıfları doldurup taşıran büyüleyici bir hocadır. Tanış olanların
etkisine kapılıp gittiği sıradışı bir insandır. İnternette hakkında
yazılanlara bir göz atın, ismi etrafında nasıl bir efsane
oluştuğunu, başında nasıl bir hâle taşıdığını göreceksiniz.
Ünsal Hoca’dan daha üretken aydınlar olabilir, daha iyi
çevirmenler olabilir, daha iyi ders anlatan hocalar olabilir… Ama
hiç kimse başında böyle efsanevi bir hâle taşıyamaz. Çünkü onun
yansıladığı yansımaları esinleyemezler. Bu hem bir yaşama üslubu
hem de bir entelektüel varoluş sorunudur, Hoca’nın insan üzerindeki
etkisi, kişiliğinden ve düşüncesinden ayrı tutulamaz. Kitaplarında,
yazılarında ve derslerinde “insan”ı ve “entelektüel”i temsil
kabiliyeti ve niteliği, bu ikisinin ilişkilendirilme şekli ve her
ikisinin birbiri üzerindeki etkisi benzersizdir. İnsanın ve bilen
insanın ne demek olduğunu, bir Tolstoy kahramanı gibi, herkesten
iyi ifade ediyordu. Bunları besleyen kökensel bağlam, onun
bilgiyle, bilmeyle kurduğu ilişki biçimidir.
Felsefeyi dillerinin ucuyla tadar tatmaz filozof rolü yapanların
nasıl büyük bir felaket olduğundan yakınıyordu Romalı Epiktetos.
“Önce kendini ıslah et” diyordu; “Sonra insanlara felsefenin ıslah
ettiği bir adam göster.” Ünsal Hoca, filozof rolü yapmıyordu,
felsefenin ıslah ettiği bir adam gösteriyordu bize. Kendi hayatına
duyduğu güvenle yaşıyor, konuşuyor ve yazıyordu. Matematik
öğretmeninin oğlu küçük Ünsal’ı nice meşakkatten sonra muradına
erdirmiş, hakkı verilmiş, ödülü alınmış bir hayattı bu. Kasabanın
Rum yapılı binasında başladığı ilkokul yıllarından, Mülkiye
yıllarının Milli Kütüphane’sindeki “Körler Odası”na dek sürdürdüğü
okuma denen o “zor zenaat”le bilgiye ulaşmış, bilgiyle de kendini
ıslah etmişti. En sevdiği uğraş olan ders anlatmaktan onu alıkoyan
hastalığının en ileri aşamasında, ölümünden sadece birkaç gün önce,
yani bugün yarın öleceğini en sezmiş olduğu bir anda, bahçedeki
kiraz ağacının altında oturmuş Edward Gibbon’un “Roma
İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi”ni okuyordu.
O muazzam bilgisiyle, kısacık boyuna rağmen, dallı budaklı
kocaman bir ağaca benzerdi. Bu dünyanın hiçbir alanı, gerek yaşamak
gerekse bilmek ve eleştirmek için, ona kapalı değildi, dallarıyla
her yere uzanırdı. On altıncı yüzyılda Marsilya ile İskenderiye
arasında gidip gelen ticaret gemilerinin yük kapasiteleri ve hız
limitlerinden Rumların musakkayı pişirme biçimlerine, Kuzey
Afrikalı kadınların olağanüstü güzellikteki kalçalarından
Baudelaire şiirindeki alegorik anlatıya, Aztekler’in çapa
tarımcılığından Adorno’nun Kant’ın ahlâk felsefesi eleştirisine
varıncaya kadar her yere sokulabilir, her yerden izlenim
toplayabilirdi. Bütün bunları insanın yeryüzündeki maceralarına
duyduğu büyük “tecessüs”, evet bu kelimeyi çok severdi, tecessüs
(merak) ile bilirdi.
Ama bilmek, hiçbir zaman kendini “sürüden ayrı görme” bahanesi
olmadı onun için. “Günümün yirmi dört saatini iletişimbilimci gibi
yaşamıyorum” derdi. Enginar ayıklarken, göbeği açık kızlar dans
ediyor diye, Kral TV’yi açtığını gizlemezdi. Hiç seçkinci olmadı,
kültürel beğenileri ve entelektüel zevkleri doğaldı. Mahler
dinlerken çorap yıkayan bir adamdı nihayetinde.
Hayattan ve insani hazlardan yana olan bu küçük dev adam,
yaşadığını nasıl güçlü biçimde hissediyorsa onu güçleştirenleri de
o denli aşağılık buluyordu. Bu yüzden Ünsal Hoca için bilgilenme,
sürdürdüğümüz hayatların akıl dışılığını kavramaya yönelmiş (veya
yönelecek olan) insan aklına bu zorlu yolunda yardımcı olacak bir
uğraştı. Bu yardım konusunda en çok da Homeros, Cervantes, Adorno,
Benjamin, Marx, Melville, Yusuf Atılgan, Ece Ayhan, Baudelaire
gibi, insanın “eksik varoluş” sergilemekte olduğunu göstermiş
yazarlara, şairlere güvenirdi. Asla kuşku duymadığı bir hedef olan
insani özgürleşim için hepsine ihtiyacımız olduğuna inanırdı. Kendi
şahsında bunların her birinden bir parça taşıyordu.
Beslendiği bütün kaynaklar, hayranlıkla okuduğu bütün kitaplar
onu değiştirme arzusu duyduğu berbat gerçekliğe bağlamıştı.
Teorisi, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, yaşanan gerçekliğin, yani
işitilebilen, görülebilen, elle dokunulabilen şeylerin alanını
aşmazdı, aşmadı. Ama bu alan içinde öyle bir bağlam oluşturma ve
bunu ifade etme mükemmelliğine ulaşmıştı ki! İtalyan Galile’nin
teleskobuyla Samatyalı Halil’in dürbünle komşunun alımlı karısını
dikizlemesi arasında kurduğu insani/tarihsel bağı asla
yadırgamazsınız mesela, ikna olursunuz. Bilginin göz kamaştırıcı
etkisi değildir ama bunun sebebi. Aksine, bilim, tarih, sanat,
siyaset, felsefe, edebiyat alanlarını somut dünya üzerinde bir an
içinde seri biçimde kat eden bu zekâ sıçramaları karşısında
gözlerimiz her şeyi çok iyi görebilecek şekilde apaçıktır.
Aydınına hoyrat memleketinin istikrar içindeki hal ve gidişi,
okumaya ve bilgilenmeye şüpheyle bakmasına neden olmadı.
“Entelektüelin hası, yenilginin ne demek olduğunu iyi bilen
toplumlardan çıkar” diyordu. Kendi varoluşu bunun ispatıydı. Yok
oluşuna razı olamayacağımız eski bir türün son örneğiydi. Ölümünün
ardından oğlu Çınar (Oskay) bir temennide bulunmuştu, yürekten
paylaşıyorum: “Eğer gerçekten bir Tanrı varsa, ondan tek bir
isteğim var… Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık
Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götürsün.
Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar.”