Yine bir yıl dönümündeyiz. Tarihimiz darbeler tarihi adeta. Her mevsime düşüyor bir iki tane. Şimdi de kışın payına düşen darbemizden söz etmenin tam zamanı. Çünkü bugün 28 Şubat. Kürtlere ve dindarlara yönelik olan bu darbeye dikkatle baktığımızda ise “2 K” için yapıldığını görebiliriz. Kadınlar ve Kürtler. Kadınların 28 Şubat'ını daha önce de yazdığım için bu yazıda değinmeyeceğim. Ayrıntılara pek girmeden uzaktan ve mümkün olduğunca bütüncül bir bakış atmak niyetim.
Sosyolojik dokunun değişmesiyle kentlileşen dindarların kadınları, kamusal haklarını kullanmaya başlamışlardı. Aynı zamanda birazı normal sosyolojik değişimin ama çoğunluğu zorunlu köy boşaltmaların, yakmaların, mera yasaklarının sonucu şehirlere yerleşen Kürtlerin hak talepleri, siyasi iklime hakim olmuştu. Dini, kültürel, etnik hak taleplerinin yarattığı politik atmosfer, zamanın ruhuna da uyumluydu üstelik. Tüm dünyada küreselleşmenin yarattığı bir diğer ivme de yerelleşme ve etnik, dini kimliklerin kamu görevi almada ve karar mekanizmalarına katılmada haklarının tanındığı yıllardı.
Demokrasinin evrildiği yeni bir safhaya Türkiye insanının uyum süreciydi yaşananlar. Toplumsal ihtiyaç ve talepler uyumluydu ama ne anayasa ve yasalar ne de bürokratik refleksler hazırdı bu değişime. Siyasi partiler ise kısmen tabanın itkisi kısmen popülist politikaları yardımıyla değişime ayak uydurma çabasındaydı. 1991 seçimlerinde SHP listelerinden meclise giren DEP milletvekillerinin varlığı bu uyum çabasına örnek gösterilebilir. Sosyal demokrat kesim demokratik algısı daha yüksek olandı o dönemde. Sağ partiler ve dindar kesim ise statükonun yanında yer almıştı. Leyla Zana’nın Türkçe yeminin arkasına eklediği Kürtçe cümle nedeniyle DEP’li vekillerin parlamentodan polis zoruyla çıkarılışına destek vermiş, en azından itiraz etmemişlerdi. Denilebilir ki Kürtlerin 28 Şubat'ı 1991’de başlamıştı. Sembolü ise Leyla Zana olmuştu.
1997 MGK toplantısı ve parlamentoda yaşanan başörtülü vekil krizi de dindarların 28 Şubat'ıydı ve sembolü de Merve Kavakçı olmuştu. Ancak bu defa demokratik tutum siyasi yelpazede taraf değiştirmişti. 91’deki demokratlar 97’de statükocuydu. Demokrasi ve hukuk, siyasi partilerin ideolojik aracı ve siyasi rekabette partizanca çıkar hesaplarının parçası olduğu için bu kadar çok darbe yaşadık zaten. Yine de siyaset zemininde kriz olarak andığımız bu iki tarihi olayı, toplumsal değişim ihtiyacına ayak uydurma çabası olarak görmek gerekir kanaatimce. Ancak darbe de partilerin politik pozisyon alışlarına göre demokrasi ve hukukun yakınına veya uzağına düşmelerinden yararlanarak yayıldı uzun zaman sürecine. Bu nedenle siyasal zeminin normalleşmesi ihtimaline ket vurmasıyla da bugünlerin mimarı yine 28 Şubatçılar.
Refah-Yol koalisyonuyla siyasi tarihimizde ikinci defa iktidar ortağı olan Necmettin Erbakan ve partisinin, rejim için tehdit oluşturmadığının anlaşılması ihtimali vardı. Toplumsal dokuda ayrışmayı önleyecek, normalleşmeye hizmet edecek bir ihtimaldi bu ve açıkçası o yıllarda Erbakan’ı da, Çiller’i de değil ama bu ihtimali sevmiş, önemsemiştim. Yazının tam bu kısmında tekrar Kürtlerin 28 Şubat'ından söz etmek gerekebilir. Dindarların 28 Şubat'ından daha önce başlayıp daha geniş zamana yayılan Kürtlerin 28 Şubat'ına genel olarak “karanlık 90’lar” dense de darbe sürecinin Kürtlere yaptıkları gün gibi aşikar. Yapılanların katılığı, yaşananların acılığı ve hukuksuzluğun boyutu yönündense evet karanlık yıllar. Kürt meselesinin insani çözümü yönünde Özal döneminde atılmış adımların önü kesilmişti. Yani 28 Şubat, Kemalist paradigmanın yarattığı iki temel sorundan ikisinin de demokratikleşme yoluyla normalleşerek, tedricen, toplumca sindirile sindirile çözümü ihtimalini darp etti. 1920’lerin konseptini yeniden sahneledi.
Değişen çağın değişen şartlarına inat, toplumsal gerçekleri ve beklentileri metazori yok etmek için oldukça sistematik bir yapı oluşturulduğunu gördük bu darbede. Sadece zinde kuvvetler değil yargı ve anayasal kurumlar başta olmak üzere sivil toplum ve medya destekli bir yapıydı. İş dünyası da katılmıştı. Bu organizasyonla Kürtler ve dindarlar üzerinden silindir gibi geçilirken sorunlar da bugünlere aktarıldı. Her darbede darbecilerle kol kola girerek her seferinde biraz daha nemalanmış olan Fethullah Gülen ve örgütü, 28 Şubat sürecinde altın çağını yaşadı. Darbelerden beslenirken sağ partilerle de iyi ilişkilerini geliştirmekte mahir Gülen, kamu kadrolarına ve kaynaklarına erişim yönünde adeta “devletin ta kendisi” görünümüne ulaştı. 15 Temmuz'da yaşanan cemaat kalkışmasında da bugünkü hukuk çıkmazıyla cemaatin liderleri serbestken alt kadrolara yapılan hak ihlalleri de darbe sürecindeki hormonlu büyümenin sonucu ve bu nedenle 28 Şubatçıların payı büyük.
Darbecilerin yargılanmasına ise 2013’de başlandı. 2018 Nisan'ında dava sonuçlanmıştı ama hüküm giyenlerin hapis yatmadığı, tiyatro sahnesini andıran mahkemede, beş yıllık dava piyesinin son perdesi gibiydi, karar duruşması. Dönemin üst düzey komuta kademesinden 21 kişi ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılırken 68 sanığın beraat ettiği bir tuhaf dava. Ağırlaştırılmış müebbet ile beraat arasında suç ve ceza ihmali yokmuş gibi. Ya hep ya hiç! Ancak karar duruşması sona ermeden o “hep” de “hiç” oluvermişti. Nasıl mı? Önce ceza indirimi dile getirildi kararda. Ağırlaştırılmış müebbet cezası, müebbete çevrildi. Derken hükümlülerin yaş ve sağlık durumları bahanesiyle tutuklanmalarına gerek olmadığı dile getirildi. Adli kontrol şartı ve yurt dışı yasağıyla serbest bırakıldılar. Bu ülkede ağır kanser hastaları, felçliler, alzheimer hastaları, organ yetmezliği yaşayanlar, hamileler, lohusalar, bebekler, çocuklar cezaevindeyken darbeci paşalar, paşa paşa çıkıp gittiler, müebbet hükümlüsü oldukları halde. 12 Eylül davasında olduğu gibi, Balyoz davasında olduğu gibi. Üstünlerin hukuku, hukuksuzluk ülkesinin hiç çiğnenmeyen, temel ilkesi olduğu için.
Günümüz siyasi kamplaşmasını kendisi için seçim başarısının en önemli şartı görerek sürdüren Erdoğan evet. Ancak seçmenin bu kamplaştırma politikasına oy vermesinin altında yatan etken de 28 Şubatçıların zulmü. Sol, sosyalist, demokrat kesimin o yıllarda statükocu oluşunu bugün Erdoğan kendisine seçim kazandıran argüman olarak kullanırken CHP ve Kılıçdaroğlu adıyla özdeşleştirmekten çekinmiyor. Kürt siyasetini terör bahanesiyle kriminalize ederken dile getirdiği “beka sorunu” da siyasi malzemeden ibaret. Darbe sonrası demokratikleşme arzusuyla ve demokratik tepkisellikle verilen destek sayesinde iktidar olmuştu ama kısa sürede devlet aklınca devşirildi. Demokrasi, insan hakları ve hukuk ilkelerini çiğnemenin aracı olarak da devlete beka sorunu icat edildi. Darbe davalarının komediye dönüşmesi de bu devletçi refleksle ilişkili muhtemelen.
Hasılı kelam 28 Şubat'ın vebali de bitmez akıl bu akıl oldukça, iktidara gelen demokrasiden uzaklaştıkça darbelerin binbir çeşidini daha yaşar, yazarız. Ama hiçbirini unutmadan, birini diğerinden ayırmadan, ideolojik yakınlık kurmadan insan haklarından taviz vermeyecek yeni bir siyasi akıl da mümkün. Teoride mümkün olanın pratiğe aktarılması imkansız değil kuşkusuz ama görür müyüz, görmez miyiz? Allahualem.