Unutulmayacak bir futbol sezonu yaşıyoruz. Futbol denilince akla
gelen ya da akla gelmesi için uğraşılan tüm takımların hepsinin
birden kötü gittiği, Fenerbahçe'ninse tarihi bir performansa imza
attığı bir ilk yarıyı geride bıraktık. Heyecan, oyun kalitesi,
taraftar sayısındaki artış, saha zeminlerinin mükemmel halde olması
gibi pozitif etkiler nedeniyle değil, olumsuzluklar nedeniyle
unutamayacağımız bir sezon.
Bunun en büyük nedeni toplumsal hayatta da eksikliğini
hissettiğimiz mantığın, futbol camiasında da olmaması. Bir kulübe
başkan olmak, onu yönetmek isteyen insanların en büyük amacı
dolaylı ya da dolaysız olarak para kazanmaktır. Futbol, gittikçe
büyüyen ve kârlılığını artıran bir sektör. Öyle olduğu için
İngiltere Premier Lig takımlarının birçoğunu yabancı sermayedarlar
satın aldı. Bu bir yatırım.
Ortada bir yatırım olduğu için haliyle planlama da olmak
zorunda. Halbuki bizde işler “başkan cebinden şu kadar para ortaya
koydu”dan öteye gitmiyor maalesef. Sadece saha sonuçlarıyla
kazanmaya kilitlenildiği için futbolun ulaştığı diğer alanlar
-sponsorlarla düzenlenen etkinlik, medyada görünürlük, uluslararası
ortaklıklar, oyuncunun piyasa değerini yükseltmek, taraftarları
düşünmek, çocuklara yönelik bir projeyle kulübe taraftar
kazandırmak- göz ardı ediliyor.
Farklılaşmak ve bu farklılaşmanın getireceği yeni alanlar
düşünülmüyor. Bunun en iyi örneği sanıyorum St. Pauli. Farklı
olmayı büyük bir ticarete dönüştürdüler. Bunu iyi anlamda
söylemiyorum ama yapılan iş piyasa koşullarında yürütülüyorsa
bunlar düşünülebilir. Bizde ise herkes birbirine benzemeye,
birbirinden büyük olmaya ve büyüklük taslamaya çalışıyor. Her
şehrimize yapılan TOKİ inşaatlarının anonimliğiyle ortadan kalkan
yerellik gibi futbol takımlarımız da birbirinin kötü birer
kopyasına dönüşüyor.
Çünkü ülkemizde futbol üzerinden para kazanmanın yegâne yolu
yıllardır futbolcu transferi üzerinden döndü. Burada kazanan başta
piyasa değerinin çok üstünde bir ücret alacak olan oyuncu ile
oyuncunun menajeri, sonrasında da transfere aracılık yapan yönetici
ve takımın teknik direktörü oluyor. Kimse 3 ay sonunda ya
alacaklarını tahsil edemediği ya da sahada başarısız olduğu için
giden oyuncuya, istifa eden teknik direktöre, görevi bırakan
yöneticiye bakmıyor. Bunların peşinden gelen yeni transfer sürecine
odaklanıyor. Ama onda da sonuç üç aşağı, beş yukarı böyle
olacak.
Futbolun en büyük varlık nedeni en başta duygularımıza hitap
etmesi. Fakat iş adamları kulüplerin başında olduğu müddetçe
yukarıda saydığım döngüyü yaşamaya devam edeceğiz. Onların
dünyasından bakılınca sorun hep aşağıdadır çünkü. Oyuncu işine
kendini vermiyordur, antrenör sürekli bahane üretiyordur, taraftar
biletleri pahalı buluyordur ve sair. 6 ay ücretlerini alamayan bir
oyuncunun tıpkı fabrikalarında asgari ücretle çalıştırdıkları
işçiler gibi fedakârca davranmalarını; restoranda bahşiş diye
bıraktıkları miktara satılan maç biletlerinin pahalı bulunmasını
anlayamayacaklardır. Onların dünyasında hayat böyle akmaz, her
istediklerini almaya alışkınlardır.
Hal böyle olunca taraftarların duygularına seslenirler. Suçu
onlara yüklerler. Onlar da dini bayramları kaybedilen maçla aynı
tarihe denk gelen futbolcunun yaptığı sosyal medya paylaşımından ya
da saçlarını farklı bir renge boyatan futbolcudan çıkarırlar
acısını. Bize de böyle izleyip kalmak düşer; sahada izleyecek bir
şey kalmadığı için...
Bu ortamda, ne Başakşehir'in ilk yarıyı lider kapatması ne de
Fenerbahçe'nin 17'nciliği zannedildiği gibi önemlidir.