Fransa’da, ülkenin Danıştay’ı dur diyene kadar tuhaf manzaralar
yaşandı: Plajlarda resmi görevliler, tesettürlü kadınların yanına
gidip ceza kesti, daha da beteri elbiselerini çıkarttırdı. Bereket,
“Fransa’da yargıçlar var”mış ki şimdilik bu uygulama durdu ama
“idare”ler duracak gibi değil. Avrupa’da yükselen yeni sağ, İslam
düşmanlığını manivela yapmaya niyetli gibi duruyor. Bir Avrupalı
lider, Kuran’ı yasaklama, camileri kapatma vaadiyle oy peşinde…
Fakat biz bu meselelerle ilgilenmeyeceğiz, giysi meselesinden başka
bir yere geçeceğiz. O yüzden önce bir soru: Plajda kadınların
sadece giysileri mi çıkarılmış oldu? Giysi sadece giysi midir?
Giysiden, insanı “örten” kumaştan insanın temel varlığına,
ruhuna, giden bir yol yok mu? Üryan geldik, üryan gideriz ama daha
gelir gelmez giysilerimiz hazırdır. Sadece giysilerimiz mi? Bir şey
daha hazırdır, genellikle, bir bebek gelirken. Bir isim. Onunla
çağrılırız, onunla kendimizi tanıtırız, sunarız. İsim, giysi gibi
kaplar bizi, onun içinde “ben” oluruz, onun içinden.
SAMİ HAZİNSES MESELESİ
Gazete Duvar’da 27 Ağustos Cumartesi günü Süleyman
Çeliker’in hazırladığı bir portre vardı; Türk sinemasının güzide
emekçilerinden, Sami Hazinses diye bildiğimiz Samuel Agop Uluçyan’a
dair. Ölüm yıl dönümü münasebetiyle yad etmek amacıyla az da
gecikmeli hazırlanan bu gazetecilik çalışmasının gördüğü ilgi hayli
şaşırtıcıydı. Ermeni olduğunu ilk 1995’te kamuoyunun duyduğu,
ölümünden sonra 2002’de vefat ettiğinde cenazesi kiliseden
kaldırıldığı için nazari olarak herkesin bilmiş olması gereken bu
emektar sanatçının asıl adını gizleme çabası herkese neden çarpıcı
gelmişti? Kendisini, neden adıyla sunmamıştı da asıl adına fonetik
göndermede bulunan bir isim seçmişti? Sami, Samuel. Samuel, Samuel
olarak kalsa ne olurdu? Bu kadar sevilmez miydi? Sadece sevilmek
miydi mesele?
(Bu söyleşiyi yaptığı anlaşılan “Yelda” isimli gazetecinin, 17
Haziran 2003 tarihinde, Uluçyan’ın ölümünden sonra yazdığı yazı
internette şu adreste duruyor: http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/authors/knk/knk5_21_2003.html)
*
Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı, MHP milletvekili, milliyetçi
tarih yazıcılığının ünlü isimlerinden Yusuf Halaçoğlu, Türkiye çok
sayıda “gizli Ermeni” bulunduğunu söylediğinde, söyleyiş biçiminden
ötürü hayli tepki almıştı. Bu “giz”lenmenin nedeni esasen
tartışılmayacak kadar basit: 1915’teki büyük felaketten kurtulmak.
Sonrasında? Soykırım sonrası bir şekilde hep canlı tutulan Ermeni
fobisinden kaynaklanacak sorunların hedefi olmamak. Can korkusu.
Güvenli yaşam korkusu. Haksız mı? Hrant Dink adını vermek yeterli
haklı mı haksız mı bilmek için.
Peki isim ne değişince ne değişir? Kişi ismini bırakınca ne
bırakmış olur? İsmi çıkarılınca ne çıkarılmış olur?
KİŞİSEL BİR NOT
Benim adım Ali Duran Topuz. “Ali” olduğumu 8-9 yaşında
İstanbul’a gelince öğrendim. Ondan önce kulağımda çınlayan ses,
“Ali Duran” idi hep. Çocukluğumdaki çağrı hala kulaklarımda çınlar:
“Alduran!”
Nüfus memuru “Duran”ı niye yazmamıştı? İçine doğduğum Koçgiri,
büyük çoğunluğu Kirmancî konuşan Alevi bir topluluk. Ailelerin ilk
çocukları yaşamazsa, tekkeye gidip adak adama adeti var. Adaklı
çocuklar erkek olursa “Ali Duran” diye adlandırılıyor. Nüfus
memurlarından bazıları, bu ismi olduğu gibi yazmak yerine ya Ali ya
da Duran yazarak kendince Alevilere ayar veriyor. Alevilik bahsi
altında isim “müdahale”sine bir örnek de 10 yıl kadar önce
tanıştığım bir garsondu. Bekir diye çağrılıyordu. Fakat asıl adı
Bektaş’tı. Doğduğu yer Türk Alevi muhitiydi. Nüfus memuru, “Bektaş”
yerine “Bekir” yazarak kendince hem Türk-Sünni nüfus tasarısına
hizmetini veriyor hem de milli birlik ve beraberliği sağlamanın
gururuyla doluyordu muhtemelen. Milli işgüzarlık, milli manevi
taltif bulma çabasıyla aklı bozan milli işgüzarlık.
Kürtlerin çocuklarına istedikleri adları verme mücadelesi yakın
zamana kadar sürdü; hâlâ da tamamına ermiş değil. X, W ve Q
harflerinin olmadığı bir “resmi alfabe”de bunun tamama ermesi
imkânsız. Niye olmuyor diye sorsanız, “PKK varken…” diye başlayan
nutuklara boğulabilirsiniz. Neyse. Cumhuriyetin başından itibaren
hummalı bir faaliyet olan yer isimleri değişikliklerini de
hatırlatarak, isim meselesinin özüne dönelim.
İSİM, DERİ GİBİ
“Ad” diyor Juan Eduardo Tesone, “kişinin ayrılmaz parçasıdır ve
onu bireyselleştirir.” (Adların İzinde, Juan Eduardo Tesone;
Türkçesi: Barış Şannan, Bağlam Yayınları. Mayıs 2013) Aynı kitapta
Sigmund Freud’dan alıntılanıyor: “Goethe bir seferinde kişinin
nasıl da adının hükmü altında olduğunu yazmıştı. İnsan adını bir
deri gibi üzerinde taşır ve onunla büyür.”
Bu eşdeğerlik, zulüm tekniklerini de belirleyen bir yan taşır;
Tesone kendi ülkesinden, Arjantin’den yakıcı bir olguyu aktarıyor:
“Askeri diktatörlük için bedenleri ele geçirmek, “kaybetmek”,
öldürmek için yeterli değildi. Aynı zamanda öznenin adının
yansıttığı özüne de saldırmak, bedeni ve adı aynı anda yok etmek
gerekiyordu: Aynı suçun iki yüzü.”
Tesone’nin anlattığı zulüm, Arjantin’de darbeden sonraki zorla
kaybettirme suçlarıyla bağlantılı. Hani şu bizim Cumartesi
Anneleri’yle aynı görevi gören ünlü Plaza del Mayo büyükannelerinin
mücadele ettiği suç. Gözaltında kaybedilenlerin kendisi de değil
sadece mesele, onların çocukları da… Çocuklar alınıp, isimleri
silinip, yepyeni isimlerle başka bir hayata kaçırılıyor. Devlet
zoruyla yapılan bu işlerin, kişinin kendisi tarafından
benimsenmesi, zulmün boyut değiştirmesini ifade ediyor: Kişi,
şiddet eşliğinde zorla yaptırılan işleri, şiddeti uygulayan lehine
kendi kendisine yapıyor. Kişi, kendine zulmün vekili haline
getiriliyor. Samuel Agop Uluçyan’ın başına gelen, kendi zulmüne
vekalet etmesinden başka bir şey değil.
Bir deri gibi. Demek ad alınınca, kişinin derisi alınmış
gibidir. Samuel Agop Uluçyan, kendi derisini kendi üstünden almaya
zorlanmıştı demek ki kendi dünyasında.
YER İSİMLERİNE TAKINTI
Kişi isimlerini değiştirme. Kişiyi ismini değiştirmeye zorlama.
Yer isimlerini değiştirme. Kişileri, yerlerin isimlerini
değiştirmeye zorlama.
Kişi adını değiştirmek, değiştirmeye zorlamak, kişinin kendi
istediği ismi vermesini-taşımasını engellemek kişinin bizatihi
varlığına yönelik bir hamleyse, yer adlarını değiştirmek de
hafızasına, hafızaya yönelik bir hamledir.
Hakkari’nin adının Çölemerik, Şırnak’ın adının Nuh yapılması
(bereket, şimdilik vazgeçilen) girişimi gibi. (Çölemerik, güya
Kürtçe orijinal ismin iadesi kapsamında seçilmiş, fakat Süleyman’ın
adı alındıktan sonra iade sırasında “Sülemen” adını dayatmak gibi
bir şey.) Yer adları, kişilerin dünyayla temasını sağlar; kişiyi
dünyaya, dünyayı kişiye bağlar. Yaşadığımız yerdeki tüm sokak,
cadde ve bina isimlerinin aniden değiştiğini hayal edelim, başka
bir dünyaya atılmış kadar olmaz mıyız? Yabancı bir yere
gittiğinizden daha büyük bir çaresizlik çıkar ortaya; “yabancı”
yerde, size yabancı olsa da mekanı ve coğrafyayı sabit isimleriyle
bilip sizi yönlendirecek kişiler bulma ihtimali mümkündür, en
konuksevmez yerde bile bir konuksever bulma umudu vardır.
KAYIP İSİMLERİN PEŞİNDE
Fransız romancı Marcel Proust, “isim” meselesine takan
edebiyatçılardan biridir; özel isimlerin yanı sıra yer isimleri de
metninin kurucu öğeleri arasındadır. Özel adlar ve çağrışımlarıyla
örülü Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildinde, “Swann’ların
Tarafı”nın üçüncü bölümünün adı, “Memleket İsimleri: İsim”
başlığını taşır. Bölüm, yer isimleri ve o isimlerin tarihsel yükünü
de taşıyan özellikleri olmasa, yazılabilir değildir. O yer
isimlerinin aniden değişmesinde yaratacağı karadelik, yaşayan bir
insanın etrafındaki yer isimlerinin tamamıyla değiştirilmesinin
yaratacağı karadelik kadar büyük olur. Bugün alınmış, değiştirilmiş
isimler için bir mücadele varsa, hafıza için bir mücadeledir de bu.
Kayıp isimler peşinde koşmak, kayıp hafıza ve kayıp kimlikler
peşinde koşmaktır; en azından kaybolma tehlikesine karşı koymak
üzere delicesine koşmak.
Çocuk isim ve giysiyle karşılanır. İkisinin içinde büyür.
Giysiyi üstünden çıkarmak, ismi çekip almak, deriyi yüzmek gibidir.
(Tersi de ayrı mesele, zorla bir giysiyi giydirmek…) Dinle ilgili,
yönetimle ilgili, ideolojiyle ilgili gerekçeler bulmak kolaydır
daima bunlara: İşte Fransız yöneticiler “Hıristiyan” kültürlerini
ya da “laik” sistemlerini korumak için kadının üstündekileri
çıkarır, işte Türk yöneticiler “yerlilik ve milli birlik ve
beraberlik” temini için yer ve şahıs isimlerini söker alır, işte
cezaevi yöneticileri “tehlikeli maddeler”i bulmak için kişiyi
soyar… Zulüm kesinleşip, doğallaşıp kanıksanınca, kişinin kendisi
bunları kendi yapmaya bile başlayabilir. Sami Hazinses’in
öyküsündeki en hazin yan, onun kavmine reva görülen zulmü kendi
kendine reva görmesiyken, ürkütücü bir yan da bizim için var: Bu
zulme ortak olma ihtimali herkes için geçerli.
Sadece Fransa’da değil, her yerde yargıçlara ihtiyaç var.