Bugün 40’lı yaşlar ve üstünde olup, çocukluğu İstanbul’da geçmiş insanlar, kendi kuşağından insanlarla karşılaştıklarında, çok eskiden yapadurdukları ama artık kentte yapılamaz hale gelmiş çocuklukları hatırlatıyorlar birbirlerine sık sık… Bu ‘zamandaşlık’ dayanışması esnasında, şehrin şimdiki yaşanmaz durumuna da gönderme yapılarak, en çok dile getirilen çocukluk anıları, her iki yakanın Marmara sahilleri boyunca denize girmeye ve o plajlara gitmek için binilen banliyö trenlerine dair oluyor. Haydarpaşa’dan Gebze’ye ve Sirkeci’den Halkalı’ya, kentin iki yakasının sahil şeridi boyunca uzanan demiryolu hattındaki banliyö trenleri, 80’li yılların ortalarına kadar, İstanbul emekçilerini, oturdukları mahallelerle fabrika ve işyerlerinin olduğu kent merkezi arasında götürür, getirirdi. Tekel, Eczacıbaşı, Sümerbank ve başka fabrikaların işçileri, öğretmenler, küçük memurlar, ev işçisi kadınlar, öğrenciler…
Vapurlarla birbirine bağlanan bu upuzun hat, tatil günleri ve bayramlarda da aileleri ve gürültücü arkadaş gruplarını, Yeşilköy, Florya, Menekşe plajlarına, Zeytinburnu, Samatya sahillerine; ‘karşıda’ Caddebostan, Suadiye, Süreyya plajlarına, Dragos, Pendik, Tuzla sahillerine taşırdı. Boğazın çocukları da Salacak’tan Beykoz’a, Ortaköy’den Sarıyer’e uzanan kollardaki plaj ve kayalıklardan girerdi denize.
Ama İstanbul’un o sahilleri, hem küresel ‘yeni’ varyetenin, hem de yerel ‘yeni’ tutuculuğun iktisadi ve kültürel tercihleri doğrultusunda ‘dolduruluyor’ uzun zamandır. Deniz; banyosu ve sporları yapılan bir olanak değil, kıyılarının ticari değeri ve manzarasının rayici satılan bir ‘sebil emlak’ artık İstanbul’da. Neoliberal sağcıların elinde, ihtiyaç oldukça yeniden doldurulup, üzerine dikilen alışveriş ve ticari eğlence merkezleriyle dalga dalga işgal edilen bir sıvı toprağa dönüştü çoktan.
Hal böyle olunca, bugün ne o banliyö hatları ne de (metrelerce uzanan beton dolguların dibine kum serperek yapılmış ‘yenileri’ sayılmazsa) o plajlar kaldı geriye. Hafta sonu ve bayram tatilleri, kentin dışına kaçmaya çalışan insanların yarattığı trafikle anılıyor artık. ‘Büyük’ şehir, kendisinden kaçmaya (ve kendisine dönmeye) mecbur ettiği insanları, kısa vadeli ama büyük gövdeli bir göç hareketine zorluyor. Karayoluna hapsedilmiş bu hormonlu göç de kendi yarattığı keşmekeşin içinde debelenen bir eziyete dönüşüyor: Tatillerde kaçılan ama tellerine sıkışılan bir çalışma kampı…
Zira İstanbul’da, bir zamanlar tatil ve bayram mesiresi olagelmiş her yerde, ya alışveriş merkezleri ve ‘özel mülkler’ ya da ‘dolgu’ ve inşaat var. Denizler de öyle. Mütemadiyen kıyıları dolduruyorlar.
İstanbul Belediyesi’nin ‘yaya yolu’ adı altında kıyıları doldurduğu ve bu sırada tarihi Şemsi Paşa Camii ya da Kuşkonmaz Külliyesi’nin duvarlarını çatlattığı Üsküdar Salacak sahili de bunlardan biri.
Şemsi Paşa Camii Mimar Sinan’ın son eserlerinden. Muhtemelen ‘torun gibi’ sevdiği, ustalığının hünerini döktüğü minnacık bir şaheser. 437 yaşında. İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi’nin köşelerinin birbirine değdiği bir kavuşma noktasına yapılmış tam. Karşısında da Haliç. Bu üç büyük suyun taşıdığı rüzgarlar Şemsi Paşa Camii’nin tepesinde birleşiyor neredeyse. Rüzgar sevmeyen kuşlar da bu yüzden pek konmuyor kubbeye, minareye, camiye. Ama kuşların bu davranışı, halkın gözünde mimarın ve cami yapımında çalışan işçilerin emeğine hürmet olarak algılanmış. Camiye, biraz da “emekten yana” bir isim, camideki emeğe saygının bir ifadesi olarak “Kuşkonmaz” deniyor. Halk arasındaki adı bu oluyor.
Hamaset lazım geldiğinde üç lafından dördü ‘ecdat’ olan bir siyasal hareket yönetiyor İstanbul’u 23 senedir. Bu senelerin 23.’sünde, ecdat yadigarı Kuşkonmaz Külliyesi’nin önüne, “seyir terası ve yaya yolu” yapma bahanesiyle kazık çakıyorlar. 437 yıldır denizin kenarında sapasağlam duran, içine dolan deniz suyu tahliye olsun diye rögarı bile 437 yıl önceden yapılmış bulunan eserin duvarlarını çatlatıyorlar.
Bu işin sorumlusu durumundaki belediyenin başkanı, “Caminin içinde bişey yok, dışarıdaki çatlaklar da eski” diyor. Bu ‘kazıklı yaya yolu’ projesini “sahillerin daha fazla yaşanabilir olması için” yaptıklarını söylüyor. Sahillerin yaşanabilir olmasından denizin doldurulmasını anlıyor. Kişisel kusuru değil bu. 12 Eylül’den beri İstanbul’u yöneten herkes bu zihniyette.
İstanbul’un belediye başkanı, Kuşkonmaz’ın önündeki kazıklardan ve ‘yaya yolu’ndan vazgeçemiyor. “Sökme işlemi esnasında sıkıntı yaşanabilir” diyor “Orada 3.5 metrelik bir yaya bandı olacak… bir düzenlemeyle orası pas geçilecek, oraya dokunulmayacak fazla.”
Kuşkonmaz Külliyesi’ni, onun tarihi ve kültürel mirasını “pas geçiyorlar” gerçekten. Çatlattığı tarihi eserden değil, ‘yaya yolu’ dediği o kazıklı inşaatın istikbalinden konuşuyor belediye reisi.
Bu esnada İstanbulluların ‘bayram’ haberleri, feribot kuyruklarından, gişe yoğunluklarından, otoban kazalarından ve her yıl her yıl kaçınılmaz olarak artan ölü ve yaralı sayılarından geliyor. Ramazan Bayramı’nın ‘kalbi’ otobanlarda, gişelerde atıyor.
İstanbul’un doğu girişi, bir başka telaşa daha sahip şu ara. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan başlattığı Adalet Yürüyüşü İstanbul’a yaklaşıyor. Ve İstanbul’a yaklaştıkça, yürüyüşe karşı psikolojik ve fiziki hamleler artıyor. Giderek daha çok tutukluk yapacağı anlaşılan bir çamur tabancasına dönüşmüş ‘FETÖ’ suçlamaları bir yandan, kamp yapan yürüyüşçülerin yanına kamyonla tezek dökmek diğer yandan. İstanbul’da dört yüz küsur yaşındaki ‘ecdat mirası’na kazık çakan ‘muhafazakarlar’, Düzce’de muhaliflerinin yoluna hayvan dışkısı döküyor. Doğal olarak.
Kültürel iktidar olamadıklarını itiraf ediyorlar, ama unutulmaz, nesillerce anlatılacak bir ‘iktidar kültürü’ bırakıyorlar.