Üsküp: Üç farklı kenti bir arada yaşamak

“Üsküp’ün nesi var?” diyeceklerdir belki. Oysa bir kentte üç tarih ve üç dili aynı anda yakalamak da kolay şey değil. Sırf bu yüzden bile görülmeye değer. Ortasında Vardar Nehri bulunuyor. Suyun her iki yakasında ise iki farklı inancı/halkı temsil eden birbirinden alakasız iki yerleşim var. Osmanlı’da kullanılan anlamda ‘millet’ kavramına, yani din esaslı toplumsal hayatın organizasyonuna tam oturan bir şekilde yaşamın sürdüğü gözlemleniyor.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

Bir kenti gezilesi kılan nedir? Bu sorunun cevabı günümüzde standartlaştırılmış bir şekilde algılanıyor. Gazeteler, dergiler yazdıkları yazılarla, insanlar çektikleri fotoğraflarla buna hep bir ağızdan “Estetik!” diye haykıracaktır. Daha açık görüşlü kimileri bu estetiği daha dünya sathında değerlendirebiliyor. Oysa çoğunluk tek bir kelimeyle yetinmeyip daha da ileri giderek referans noktası olarak Batı Avrupa ya da Orta Avrupa kentlerinin estetiğini referans noktası olarak kabul edecektir: Ne kadar Viyana’ysan o kadar güzel, o kadar gezilesisin!

Oysa bu sorunun tek bir cevabı yok. Hiçbir özel yanı olmayan bir kentte geçen bir kitap okursak eğer oraya gittiğimizde her şey bize bambaşka görünmez mi? Ya da insanın kendi ‘memleketini’ özel kılan nedir? Üsküp benim dedemin doğduğu yer, ama benim için bu kenti ‘gezilesi’ kılan şey ne bu ‘memleketlilik’, ne de hakkında bir kitap okumuş olmam. Eğer tarih kadar ulus devletlerin kendi tarihini nasıl yarattıkları ilginizi çekiyorsa, işte tüm küçüklüğüne rağmen bu kent harika bir örnek. Yani Kuzey Makedonya’nın hem nasıl bir ülke olduğunu, hem de kendini nasıl bir ülke olarak görmek/göstermek istediğini Üsküp’teki izleri takip ederek görebiliriz. Çünkü 550 bin nüfuslu bu başkent, üç farklı tarihi ve tarih anlatısını barındırıyor. Belki fazla çıplak bir şekilde…

DEMOGRAFİK KARMAŞA

Önce ülke hakkında genel bir fikir sahibi olmak için söze demografik arka plandan başlayalım. 1991 yılında Yugoslavya’dan ayrılan Makedonya, aslında etnik olarak oldukça renkli bir dağılıma sahip. İki milyonluk ülke nüfusunun sadece yüzde 58’i kendini Makedon olarak tanımlıyor. Bunun küçük bir kısmı Müslümanlaşmış Torbeşlerden oluşuyor. Arnavutların oranı ise yüzde 25’leri buluyor. Buna bir de yüzde 3’lük Türk nüfus eklendiğinde Müslüman nüfus neredeyse yüzde 30’a ulaşıyor. Romanlar, Sırplar, Ulahlar, Boşnaklar ise ülkede yaşayan diğer gruplardan bazıları.

Üsküp’te benzeri bir demografik renklilik söz konusu. Çoğu Balkan kentinde olduğu üzere ortasında bir nehir, Vardar Nehri bulunuyor. Suyun her iki yakasında ise iki farklı inancı/halkı temsil eden birbirinden alakasız iki yerleşim var. Buna da yine diğer bir başka Balkan şehri özelliği diyebilirsiniz. Kısmen haklı da sayılırsınız. Osmanlı’da kullanılan anlamda ‘millet’ kavramına, yani din esaslı toplumsal hayatın organizasyonuna tam oturan bir şekilde yaşamın sürdüğü gözlemleniyor. Hatta biraz daha zorlamak istersek Çarşıdaki dilinin lingua franca’nın Türkçe oluşu ve anadili Arnavutça olanlar tarafından da yer yer konuşulmasını buraya bağlayabiliriz. Ancak Üsküp’teki kontrast, bir nehrin iki ‘milleti’ ayırdığı sıradan bir Balkan şehrinden çok daha yüksek seviyelerde. Çünkü garip bir ‘tampon bölgesi’ var…

İKİ YAKAYA DA KARŞI: TAMPON BÖLGE

Şehrin iki yakasını Osmanlı döneminden kalan Taşköprü bağlıyor. ‘Müslüman’ taraf, ibadethaneleriyle, mağazalarıyla, lokantalarıyla, hamamlarıyla, hanlarıyla tipik bir Osmanlı çarşısı. Diğer tarafı ise 19. Yüzyılın ikinci yarısına ait sosyalist şehir planlamasının karakteristik özelliklerine sahip. İşin ilginç yanı işte bu iki dünyayı ayıran bir ‘tampon bölgenin’ bulunuyor oluşu. Nehrin ve kentin kalbi Taşköprü’ye yaklaşırken mimarinin abartılı bir şekilde değiştiğini fark ediyorsunuz, hangi yakadan gelirseniz gelin. Kentin en yeni bölümü olmasına karşın bakımsızlık ve kullanışsızlık nedeniyle çürüyen bir ‘merkez’ burası. Şehir kültürünün ne bir tarafı ne de öteki tarafına ait bağlam dışı bir yapılaşma. Bir isim vermek gerekirse manzaraya ‘Kötü bir Viyana taklidi’ ya da kısaca ‘kitsch’ diyebiliriz belki?

Skopje 2014

İşin anlamsızlığını tarif etmek için en absürt örneği verelim: Nehrin üzerine üç tane Kalyon replikası yerleştirilmiş. Bir tanesi otel, diğerleri çürümeye yüz tutmuş. Açık deniz gemisi kalyonların bu sularla hiçbir alakası olmamasına karşın, alınıp başkentin ortasına kondurulmuş. Üç yıl önce ‘bazılarının güvenlik nedeniyle söküleceği’ kararlaştırılmış ama bu yönde bir adım yok. Üstelik ülkenin bütün idari merkezi de aynı bölgede bulunuyor.

Kalyon

2010’da duyurulan ‘Skopje 2014’ olarak bilinen proje kapsamında yapılan binalar, dönemin milliyetçi-sağcı iktidar partisi İç Makedon Devrimci Örgütü - Makedonya'nın Ulusal Birliği Demokratik Partisi’nin eseri. Maliyetinin ise 500 milyon euro civarı olduğu düşünülüyor. Yüz milyonlarca liranın böylesi anlamsız eserlere harcanması Makedonyalıların tepkisine neden olmuş. Makedonya’nın Avrupa’daki en yoksul ülkelerden biri olduğu hesaba katıldığında böyle bir bütçeye anlam vermek pek mümkün değil.

Bu projeyi çürütense gündelik hayatın gerçekliğidir. Etrafta kısa bir tur atsanız insandan çok heykel göreceksiniz. Bunun nedeni hem bu bölgede neredeyse hiç sosyal hayatın olmaması hem de ulusal kimliğin altını defalarca çizme ihtiyacının hissedilmiş oluşu. İşte bu projeyi biraz deşerseniz eğer altından açık bir şekilde tarih ve kimlik sorunu çıkıyor. Skopje 2014 ile amaçlanan, hem Osmanlı hem de sosyalist dönemin izlerini kazıyarak, ‘Avrupalı’ kimliğini gökten zembille neoklasik mimari formunda indirme girişimi.

TARİH YAZIMINDA AŞIRIYA KAÇMAK

Aynı bölgede yer alan müzelerden bir tanesinin adı Makedonya Mücadele Müzesi, ki anlattıklarından çok anlatısı nedeniyle görmeye değer. Önce şunu hatırlamakta yarar var: Makedonya, çevresindeki ülkelerin hemen hemen hepsiyle, birbirinden farklı nedenlerle gergin ilişkilere sahip. Bulgarlar, benzer bir dil konuştukları Makedonları ‘kendilerinden’ görme eğiliminde, Arnavutlar zaten tarihsel olarak hep azınlık-çoğunluk tartışmalarını yürüttükleri geleneksel ‘öteki’ konumunda. Yunanistan başta ülkenin isminin ‘Makedonya’ olması konusunda bağımsızlıktan beri şerh düşüyor, bu ismin kendi Makedonya bölgesi için ‘yayılmacı bir anlam taşıyabileceği’ kaygısını dile getiriyor. Hatta bilindiği üzere bu konu, Üsküp yönetiminin Büyük İskender’e sahip çıkmasını şiddetle eleştirmeye kadar enteresan yerlere varıyor. Sırplar diğerleri kadar gündemde olmasa da bazen dost, bazen düşman olarak Makedonya’nın ulusal tarih yazımında bir alt sırada yerini alıyor.

İşte bu müzede bu anlatı ve Makedonya’nın nasıl da güçlü ve köklü bir ulus olduğu, büyük harflerle, abartılı bir şekilde anlatılıyor. Tıpkı ‘tampon bölge’ Skopje 2014’ün amaçladığı gibi…

Makedonya’nın tarihinin ‘yazılı’ kısmına bakacak olursak bu kimlik aslında bir coğrafyayı ve onun içerisinde yaşayan tüm halkları tanımlıyor. Ancak ‘fiili’ olarak bu kimliğin sadece belli bir inanışa sahip olan halkı tanımladığını görmek için kısa bir kent turu yeterli olacaktır. Böylesi bir ‘genel tanım yaratma’ ihtiyacının kökü ise elbette yüzde 25-30’luk Arnavut nüfus. Arnavutça çok kısa bir süre önce resmi dil statüsü kazanmış olsa da bunun canı gönülden tüm ulusça benimsenen bir uygulama olduğunu düşünmek güç. Ulusa yeniden bir kimlik kazandırılmaya çalışılan tampon bölgedeki heykellerin kaçının ‘Arnavutları’ kapsayıcı figürlere ait olduğunu saymak, bunun için yeterli.

İskender Bey heykelinin bulunduğu meydan, Üsküp’te bulunan az sayıdaki Arnavut kimliğini temsil heykelden biri de İskender Bey’e ait. Arnavutların ulusal kahraman olarak gördükleri İskender Bey’e ait benzeri bir heykel, Arnavutluk’un başkenti Tiran’da bulunuyor. Skopje 2014 projesinde Arnavut figürlerin eksikliği rahatsızlık yaratır.
ÇARŞIDA GÜNDELİK HAYAT

Peki Arnavutlardan ne haber? Onlar da ülkede kendi ulusal -hatta belki ulusaldan da önce dini- kimliklerini ön plana çıkartarak varlıklarını sürdürüyorlar. Şu veya bu nedenden dolayı nehrin karşı tarafından öyle davetkar bir anlatı da görmedikleri için belki de. O nedenle Müslüman nüfusun bir kısmı kendini ‘burayla’ da ilişkili görüyor. Daha doğrusu eski bir ‘Osmanlı’ ideali etrafında Türkiye’yi konumlandırıyor.

Mesela Üsküp’teki çarşıda tulumba tatlısı satan bir teyzenin yanına gidiyoruz. Dükkân penceresinde dev bir Tayyip Erdoğan fotoğrafı asılı. Onun sağında solunda bazı Osmanlı padişahları. İçerideki duvarlarda Erdoğan fotoğraflarının devamı var. Belli ki güzel bir hikâye çıkacak bu mekândan… Bir tatlı alır almaz şöyle soruyor: “Erdoğancı mısınız, CHP’li misiniz?” Ben değil de karşı tarafın neci olduğu gayet belli olduğu için tatlar kaçmasın diye bana atılan topu orta alanda çevirmeye yeltenerek: “Yani ikisi de aslında…” diye söze başlıyorum. Fakat bu ucuz ortayolculuğumu hemen fark eden teyze “Ben bileyim sız Ceepelisinız” diyerek tartışmada safları netleştiriyor. Gerçekte bu tahmini pek yerinde olmasa da bana yakıştırılan siyasi kimliği benimseyerek role giriyorum: “Ama teyze ekonomi çok kötü” der demez yanıt geliyor: “Üle deyıl, ben bileyim eskiden nasıl idi, ij bişey yok idi, su yok idi. Yemek bulamaydın.” Sonrasında gülüşüp yanından ayrılıyoruz.

Çarşı esnafı teyze. 

Her haliyle çarşı, kentin en hareketli yeri. Sabahleyin hayat Türkiye standartlarına göre biraz geç başlasa da kısa süre içinde insanlar dükkanları geziyor, çevredeki kafelerde vakit öldürüyor, çarşının sonundaki Bit Pazar’da alışveriş yapıyor ya da etraftaki restoranlarda ızgara köftelerini yiyor.

Çarşı’da ve çevrede kentin eski izlerini takip edebileceğiniz kimi yapılar mevcut. Kale, Mustafa Paşa Cami, Kurşunlu Han ve Sulu Han gibi binalar çabucak göze çarpıyor. Biraz sokak aralarına girip yerleşim yerlerinin bulunduğu Sultan Murat Camii ve Saat Kulesi’ne ulaşabilirsiniz.

Üsküp, çarşı. 
YUGOSLAVYA’NIN ESTETİK GÖLGESİ

Bugünkü Üsküp’ün eklektik yapısını mimari özelinde daha iyi anlayabilmek için geçmişine bakmak gerekiyor. Zamanında Avusturya ordusu 17. Yüzyılda salgın hastalığı önleme hikayesiyle kenti yerle bir eder. Sonrasında Üsküp ancak 19. Yüzyılda tekrar canlanır. Derken bir diğer büyük yıkım 1963 yılında meydana gelir. Binlerce ölü, 120 bin evsiz. Şehrim yarısından fazlası enkaza döner. Bugün bile nüfusu ancak 500 bini geçen bir kent için büyük bir rakam. Bu tarihte kentin ‘eski’ kısmı ve Osmanlı mirasının da bir bölümü silinir.

Eski Üsküp

Daha sonra ‘yeni yerleşim’ nehrin öte tarafına yapılır. Bu tarafın mimarisi de özü itibariyle eski sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinin karakteristiğini yansıtıyor: Planlı yapılaşma, brutal mimari, geniş caddeler... Bazı dikkat çekici örneklerden gidecek olursak tren garının hemen yanındaki Prolet mahallesinin planlamasından bahsedebiliriz. Ya da daha sembolik bir örnek nehir kenarında kentin merkezinde bulunan Mimar Janko Konstantinov’un tasarladığı Telekomünikasyon Merkezi.

Mevzu elbette Skopje 2014’ün altında imzası bulunanların Yugoslavya döneminden kalan mimariyi ‘çirkin’ bulmaları meselesi değil. Nitekim dikkatli bir gözle bakıldığı takdirde bu binaların hiç de iç karartıcı olmadığı, aksine yenilikçi bir nüve barındırdığı gözlemlenebilir.

Tüm tarihi hırpalama çabalarına karşın Makedonya, aynı zamanda Yugoslavya’ya en fazla sahip çıkan cumhuriyet. Her yerde, Yugoslavya’nın kurucu lideri Josip Broz Tito’nun portrelerini, heykellerini görmek mümkün. Hatta bazı, tren ve otobüs istasyonlarında asılı fotoğrafları da buna dahil. Cadde-sokak isimlerinin önemli bir kısmı değiştirilmemiş. Diğer Yugoslavya cumhuriyetleri görece bu mirasa daha çekingen yaklaşıyor.

Üsküp Tito Heykeli

Yugoslavya mirası ve ülke tarihine dair farklı bir anlatıyı öğrenmek için asıl gitmemiz gereken yer Manastır (Bitola) kenti. Fakat bu da sıradaki yazının konusu olsun… Üsküp’e böylece veda ediyoruz. “Üsküp’ün nesi var?” diyeceklerdir belki. Oysa bir kentte üç tarih ve üç dili aynı anda yakalamak da kolay şey değil. Sırf bu yüzden bile görülmeye değer. Hem kim bilir, belki abartılı bir tarih yazımı arayışını gözlemlemek, kendi çarpık tarih yazımımızın da çarpık yanlarını görmeyi mümkün kılar?

Tüm yazılarını göster