“Yalnızlık hazır bulunmaz oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına
oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap
okumak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle
oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım –tabii korkuyordum da,
buna kuşku yok. Sonra da sevdim o yalnızlığı. Bu ev, yazı evi
haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da,
bahçeden. Küçük gölde yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi
yazabilmek için tam yirmi yıl gerekti bana.”(1)
Sanırım bugün pek eğlenceli değilim sevgili okur. Bir avuç
olduğumuzu, kaynağını anlayamadığımız bir hıncın içine
çekildiğimizi filan düşündüren şeyler oluyor bazen. Bugün günlerden
o gün. İbiş bile geçemeyecek bu yazıdan. Baştan söyleyeyim de kimse
kimseyi hayal kırıklığına uğratmasın. Yazımın giriş paragrafına
gelince, Marguerite Duras’ın Yazmak adlı, yıllardır elimin
altında olan kitabından. Yazarın bu kitapta yazı lehine geri
çekilişindeki incelik ve zarafet açıklayamadığım bir biçimde
büyüleyici geliyor bana. Duras yazıyla ve yazmakla büyülenen biri
olduğundan belki de bu büyü geçiyor insana. Duras’ın yazılarındaki,
yazıyla baş başa bırakan geri çekilişin bu etkisini yine de tam
tanımlayamıyordum. Ta ki bir iki hafta önce, başka bir yazının
elime tutuşturduğu anahtar, bu sırrın kapısını aralayıncaya
dek.
Sonra birdenbire bir perde kalktı. Anladım ki, yazarın geri
çekilişi olarak tanımladığım şeye, yazıda hiçbir cümle ya da
düşünceye bir kesinlik, tartışmasız bir bilgi, şüpheye yer
bırakmayan bir son nokta olarak yer vermemesi yol açıyor. Hayat ve
hakikat bütün müphemliğiyle yazıya sızıyor. Duras’ın
Yazmak kitabında olan şey bu. Düşünceler bir izlenim, bir
hissiyat ve bir kendi kendine konuşma olarak dile geliyor.
Şiddetten arınmış bir dil. Dillin şiddetiyle mesafelenen bir söz
dizimi. Mesela şu cümleye geri dönelim: “İşte böyle oldu.” Duras’ın
cümlesi bu. Olanları olduğu gibi, süssüz püssüz ve iddiasız bir
“durum” olarak önünüze koyuveriyor. Fazlasına gerek yok.
Bu sadelikteki büyüyü başka bir yazı aracılığıyla apaçık biçimde
anlamadan önce de, bir kesinlik dili ya da akıl hocalığı içinden
sürdürülen her tür konuşma veya yazı karşısında dehşete düşerdim
ben. Düşünün ki bir topluluğun içindesiniz, birçok kişi bir konuyu,
belirli ölçülerde bir müzakereye açık olma hali içinde –yanlışı ya
da doğrusuyla, çok da önemli değil- konuşuyor. Sonra biri söze
dalıveriyor. Kati bir dille ve açıklık ya da yanlışlanma ihtimalini
sıfırlayacak biçimde, düşüncesini tak tak tak kafalara vura vura
ortaya koyuveriyor. Düşüncenin de yazının da bu şekilde ortaya
koyuluyor olması bir tür kabalıktır bence. Kendim yaptığımda da
başkaları yaptığında da itici gelir bana. Üstelik insan herhangi
bir düşünceden nasıl o kadar emin olabilir? Bir düşünceye nasıl
böyle “neredeyse evrensel” bir kesinlik yükleyebilir? Konuşurken ya
da yazarken başka bir ihtimali kapatmanın kendisi, başka bir
ihtimal olup olmamasından bağımsız biçimde, dehşet vericidir. Bu
ancak insanın çok gençken –bir şeyleri kanıtlama peşindeyken filan-
yapabileceği bir şey olmalı.
Bunu ürkütücü bulmamın, kişisel tuhaflığım değil de dildeki
şiddeti hissetmekle ilgili bir şey olduğunu da yakınlarda okuduğum
bir makale sayesinde anladım şu yaşımda. Herhangi bir konudaki
düşünceyi bu tarz bir kesinlik içinde sunduğunuzda, dil bir şiddeti
yankılıyor. Hele bir de bir itirazla karşılaşıldığında, “Ben
biliyorum çünkü benim işim bu. Çünkü ben bunu şuralarda tecrübe
ettim. Çünkü bunu bana herkes söyledi. Çünkü...” şeklinde
sürdürülüyorsa, söz de yazı da neredeyse yaralayıcı bir hal alıyor.
Çünkü aslında bilemeyiz. Çünkü her düşünce ancak müzakereye açık
olduğu sürece olgunlaşabilir. Çünkü hiçbir düşünce bir konudaki
bilgiyi boydan boya kat edemez ya da o bilgiyi her yönüyle ifade
edemez.
Sevdiğim bütün yazarları biraz da bu tür bir dilden uzak
oldukları için sevdiğimi de yenilerde fark ettim. Bu hafta yazdığı
yazı vesilesiyle yeniden
düşündüğüm Murat Sevinç yazılarını da en çok bu dilsel açıklık
nedeniyle seviyorum. Konuşurken ve yazarken seçtiği samimi, sonsöz
olmayan ve son noktayı koymayan dil, yazdığı ya da tartıştığı her
şeyi hâlâ tartışılabilir ve sürdürülebilir kılıyor. Edip
Cansever’den esinle söylersem, insan biraz da yazdığı yazılara
benzer. Yazı dilindeki müzakereye açıklık ve samimiyet, kıymetli
arkadaşım Murat’ın kendisinde de var.
Bana gelince, gelmemiz şart değil ama yazıdan ve yazmaktan söz
ettiğime göre biraz boyun borcu bir durum oluyor bu. Deneme tarzı
yazılarımdaki mizahi üsluba arkadaşlarım epeyce şaşırıyor. Bu
espritüellik gündelik hayatımda her zaman belirgin olan bir
özelliğim değil. Zira eğlenceli olmak için bir arada olduğum
kişilerle aynı dili tutturmaya ve bir etkileşime ihtiyacı olan
biriyim. Bu yazılarda bana benzeyen şey ne peki? Korkutucu bulduğum
dilsel kapalılıktan, sanırım ben de bu mizah aracılığıyla geri
çekiliyorum. Düzenli aralıklarla yazarak, düşüncelerimi görece
geniş bir kamuyla paylaşmak gibi –aslında dehşet verici- bir işe
soyunduğum düşünülürse, bu tür bir geri çekilme oldukça anlaşılır
bir şey. Söyleneni sonsöz edasından sıyıran ve düşünceye üretken
bir kuşku iade eden bir şey mizah. Söze açıklık ve sızılabilecek
bir müzakere aralığı kazandırıyor. Tabii planlayarak yapılan bir
şey değil bu. Dilimde zuhur eden mizahın nedenini ben de yakın bir
zamanda ve ancak kısmen anlayabildim. Görüyorsun sevgili okur,
bizzat kendi yazılarımdaki mizahın nedenini kısmen anlamaktan söz
ediyorum. Sanırsın ki Viyana’da felsefe okumuşum. Burada gülme
emojisi var ha. Kimse kimseyi anlamıyor gibi göründüğünden, esprili
cümlelerin sonunda, “Bu bir espridir” demek şart... Daha önce de
Duvar yazılarımızda emoji de kullanmamız gerektiğini söylemiştim.
Buradan sayın Ali Topuz’a ve editoryal ekibe de duyurayım bu
isteğimi.
Bu yazıda anladığımı söylediğim şeyleri, Alev Özkazanç ve Özkan
Ağtaş’ın Judith Butler’ın bir çalışmasını (2) merkeze alarak
yazdıkları çok iyi bir makale (3) aracılığıyla anladım,
diyebilirim. Buradan teşekkür ediyorum onlara da.
Alev ve Özkan, Butler’ın, bilginin üzerine kapanmayan ve onu
baştan başa kaplamayan dil konusunu, Toni Morrison’a referansla,
şöyle açıkladığını aktarıyor: “Aslında Morrison, dilin hayatta
kalabilmesinin güçlü bir ayartmaya direnmesiyle mümkün
olduğunu söyler: Dil, betimlediği olayları ve hayatları
‘kapsamayı’ ya da ‘ele geçirmeyi’ reddettiği sürece hayatta
kalır.”(4) Müthiş zihin açıcı bir düşünce... Butler, Morrison’dan
hareketle, bunun tersini yapmaya meyleden dilin hem canlılığını
yitirdiğini hem de şiddet gücü kazandığını ifade ediyor. Makaleyi
okumanız iyi olur doğrusu. Zira Butler’ın Morrison’dan aktardığını
ben de Alev ve Özkan’ın yazısından aktarırken, söylenenlerin
takatini kesiyor olabilirim. Bu çalışmayı ikinci bir makale
izleyecekmiş ki bunu da duyurmak isterim.
Bu yazıda betimlenen türden bir dilsel şiddete feministlerin de
maalesef yakalandığına ve bu dilin şaşkınlık verici bir biçimde
yeniden üretildiğine tanık olduğumuz çok durum var.
Arkadaşlarımızın bu makalesinin, feminizmlerimizi düşünmek,
düşüncelerimizi müzakere etmek ve dilimizdeki şiddetle hesaplaşmak
için de okunması oldukça yararlı bence.
Çünkü dildeki şiddetin bir üslup meselesinden ibaret olduğunu
düşünemeyiz. Üslup hiçbir zaman sadece üslup olmuyor çünkü. Yazı
söz konusu olduğunda üsluptan soyunan ve üslubun değmediği bir
içerik tasavvur edilemez bence. Sert, indirgemeci ve üslup olarak
yanlış bir yazının içeriği de ne yazık ki bu üslupla birlikte
şekillenir. Nisan Kuyucu ile bu hafta bir vesileyle bu konuda
konuşmuştuk. Nisan mealen söylersem, “Üsluba katılmıyorum ama...”
diye başlayan cümlelerin aslında öfke ve hınç yüklü içeriği de bir
biçimde sahiplendiğini düşünüyor. Ayrıca böyle bir şiddet diliyle
kuşatılmış olmanın derin bir yılgınlık ve umutsuzluk yaratma
kudreti olduğunu da ifade ediyor ki bence de çok haklı... Yazının
başlığını da onun bu güzel tespitinden ödünç aldım.
Benim bu yazıma gelince, eğlenceli bir yazı değil demiştim. Zira
“hınç” üzerine düşünürken bu yazıya geldim ve hınçta mizahi bir yön
pek yok. Maalesef.
(1) Marguerite Duras (1999). Yazmak. Çev. Aykut Derman.
İstanbul: Can Yayınları. s. 18.
(2) Judith Butler, Excitable Speech: A politics of the
performative. New York: Routledge, 1997.
(3) Alev Özkazanç ve Özkan Agtaş, “Judith Butler'ın
Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil”
Fe Dergi 10, no. 1 (2018), 1-12.
http://cins.ankara.edu.tr/19_1.pdf
(4) a.g.e., s. 7.