Bir tarafta başkaları adına utanç içinde olanlar, diğer yanda utanmak nedir bilmeyenler. Peki utancımızla neyi kurtarabiliriz ya da bir şeyleri kurtarabilir miyiz? Şunu da sormalı; utanılacak hiçbir şeyi olmadığı halde politik ısrarla utandırılmaya çalışılanların biraradalığı ve sesleri herkes için bir çıkış olabilir mi?
Tek bir duygu. Son yılların, son ayların ve son günlerin duygusu. Yazarken bile emin olamıyor insan. Ne zamandan beri? Çok çok uzun zamandır… Ancak önceleri sayısız duygu hissederken sanki şimdi sadece utançla yaşıyoruz.
Aslında bu konuda ikiye ayrıldığımızı söylemek daha doğru olur. Bir tarafta başkaları adına utanç içinde olanlar, diğer yanda utanmak nedir bilmeyenler.
Radikal kötülüğün insanlığa, yaşama dair savunulan her şeyi gereksiz hale getirdiği, her hareketin kestirilebilir, her şeyin satılabilir olmasını dayatan düzende failler adına utanmakla kalmayıp insan olduğu için suçluluk duyacak kadar ağır bir ruh haliyle boğuşuyor çoğumuz. Peki utancımızla neyi kurtarabiliriz ya da bir şeyleri kurtarabilir miyiz? Şunu da sormalı; utanılacak hiçbir şeyi olmadığı halde politik ısrarla utandırılmaya çalışılanların (kadınların, LGBTİ+’ların, özel gereksinimli bireylerin) biraradalığı ve sesleri herkes için bir çıkış olabilir mi?
Yanıtlarını bulmak için bu soruları ve daha fazlasını tartışmalı, farklı farklı disiplinler üzerinden utanç üzerine eğilmeli. Utancın toplumsal olarak nereye düştüğüne, politik olarak nereye düşürüldüğüne dair kafa yormalı. Müthiş bir zamanlamayla düşünce dergisi Cogito yaz sayısını utanca ayırmış: Utanca Bakmak. Bu sayının editörlüğünü Aylin Kuryel üstlenmiş. Editör giriş yazısında Türkiye bağlamında “hiç utanmanız yok mu?” ve “utanıyorum” ifadelerinin sıklıkla karşımıza çıkıyor oluşunun tesadüf olmadığına dikkat çekiyor. Dosyadaki yazılar temelde iki damardan yol alıyor. Kimi yazılarda “utancın/utandırılmanın sosyo-politik bağlam ve işlevi” inceleniyor, kimi yazılarsa utancın “ifade edilebilir, paylaşılabilir hatta sahiplenilebilir bir duygulanım” oluşu üzerinden ilerliyor. Utanca Bakmak, ahlak kurallarından popüler kültüre tahakküm ilişkilerinde utancın rolünü apaçık ortaya koyuyor. Dosyanın bir diğer önemli yanı, utancı, “yönünü utanandan utandırana çevirerek politik eylemliliğin parçası kılma imkânını” tartışıyor oluşu.
Söz konusu utanç olduğunda İtalyan kimyager Primo Levi’yi anmamak imkânsız. Auschwitz’den şans değil mucize eseri kurtulan Levi, geri kalan yaşamını toplama kamplarında olanları anlatmaya adadı. Kamptan önce edebiyatla ilişkisi okurluk düzeyindeki Levi, tanıklığını anlatmak için edebiyatın tüm imkânlarını kullandı. Bu tanıklık, bir zorunluluktu aynı zamanda. Adaleti tesis etmek ve kıyımı dünyaya duyurmanın bir yoluydu. Unutulmaz kitabı Bunlar da mı İnsan’da şöyle anlatıyordu amacını: “Ben ilerlemenin üstün araçları olarak akla ve tartışmaya inanıyorum, bu yüzden de nefretin karşısına adaleti koyuyorum. Tam da bu nedenden ötürü, bu kitabı yazarken, bilerek, kurbanın yakınan dilini ya da öç almak isteyen kimsenin öfkeli dilini değil, tanığın sakin ve ağırbaşlı dilini kullandım: Sözümün, ne kadar nesnel görünür ve ne kadar az hırs bürünmüş olursa, o kadar inanılır, o kadar yararlı olacağını düşünüyordum; tanık ancak bu yolla yargıyla ilgili görevini yerine getirmiş olur, onun görevi yargıca zemin hazırlamaktır. Yargıçlar sizlersiniz.”
Utanca Bakmak derlemesinde Levi’nin tanıklığını anan yazılardan biri Özgür Sevgi Göral’a ait. Göral, kamplardan sağ kurtulabilenlerin hissettiği utanç duygusunun yanına suçluluk eklendiğinde, bunun nasıl yorumlanabileceğini tartışıyor ve utancın siyasi eylemliliğe dönüşümünü sorguluyor.
Özgür Sevgi Göral ve Aylin Kuryel’in de o muhteşem yazılarında Carlo Ginzburg’dan yaptıkları alıntıyla bitireyim. “Uzun süre önce bir gün şunu anladım ki insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ülke değil, adına utandığı ülkedir. Utanç sevgiden daha güçlü bir bağ olabilir.”
“Utanç bağı”nı artık yaşamanın ötesine taşıyıp özellikle bugünlerde tartışmalıyız. Utanca Bakmak, bu anlamda önemli bir fırsat.
Hamiş: Carlo Ginzburg’un NewLeftReviewdergisinde Utanç Bağı adıyla yayımlanan yazından seçmeler Derya Yılmaz’ın çevirisiyle e- skop’ta okunabilir.
*****
GÜNHAN KUŞKANAT’TAN GERİYE KALANLAR
Günhan Kuşkanat’ın 2005 yılında ilk öykü kitabı Kış Leylekleri yayımlandığında Cevat Çapan “Huzursuzluk kitabı diyebileceğimiz türün parlak bir örneği…” yorumunu yapmıştı. Bu huzursuzluk Kuşkanat’a ödül de getirmişti. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'ne layık görüldüğünde incelikli ve naif tavrıyla karşılamıştı ödülünü. O günlerde Radikal Kitap için yaptığımız röportajda, “Ben bir çığlık attım, ama bunu pek de duyan olmayacak diye düşünüyordum, şimdi edebiyat dünyasına haksızlık ettim gibi geliyor bana,” demişti. O ilk kitap söyleşisinde çocukluğuyla ilgili söylediği birkaç cümle ara ara hep aklıma gelir.
“Benim için çocukluk şu anda bir tülün arkasında kalmış büyü gibi bir şey. Çok özlüyorum ben çocukluğumu. Ama bu, bugünü yaşamamak, geçmişte kalmak anlamında değil. Ben çocukluğumu birdenbire kaybettim. Bir kaydıraktan aşağı kayarken, kaydırağın yarısında artık çocuk değildim.” Bu anlatımı hâlâ etkileyici, hâlâ.
Günhan Kuşkanat, öyküleriyle attığı çığlığı yazdığı romanlarında da sürdürdü (Kıyısız Gemiler, Evvel Aşklar Masalı, Beni Çocukluğumdan Öp, Hiçkimse’nin Anısı, Aşk Bir Kar Tanesi). Aslında bu, edebiyatının temel noktasıydı. Yaşanılanlardan sonra birikmiş ve artık kopmaktan başka çaresi kalmamış bir çığlık… Böyle tanımlayabiliriz. Onun kahramanları asla bilge değildir. Yenilirler ve çıkış bulamazlar. Tıpkı şimdi biz arkadaşları ve okurlarının onun bu ani ölümü karşısında çıkış bulamadığımız gibi. Edebiyatımızın en ince ve ben buradayım demeden üreten yazarını kaybettik.