Yerlilerinin sürüldüğü başka yerlerden sürülenlerin yerleştiği, bir tarafı denizle bir tarafı portakal bahçeleriyle diğer bir tarafı bostanlarla çevrelenmiş adeta bir ada olan mahallemizde Leyla adında bir kadın yaşardı, namı diğer Deli Leyla. Ufak tefekti, biraz ürkünç, biraz hüzünlü, ama o ölçüde ışıl ışıl bakan siyah gözleri, zaman zaman tülbentle örttüğü simsiyah saçları vardı Leyla’nın. Çiçekli etek, bluz üstü el örmesi yelekten oluşan giysisi neredeyse yaz kış değişmezdi. Üşümez miydi ya da üşüse de umursamaz mıydı ya yazın o yelekle bunalmaz mıydı bilinmez. Hemen hemen her gün mahalleden geçerdi, kendi kendine konuşur, zaman zaman mahalle sakinlerine az biraz küfürle karışık laf atardı, ama aslında Leyla’nın kimseye hiç mi hiç zararı yoktu. Sevdiğine kavuşamadığı için böyle olduğu söylenirdi. Bu gerçek miydi yoksa bir masal kahramanının adını taşıdığı için ona yakıştırılan bir hikâye miydi diye hâlâ zaman zaman sorar dururum kendime. Bir tek şey onu çılgına çevirir, saldırganlaşmasına yol açardı: Kendisine Deli Leyla diye hitap edilmesi. Bunu duyduğunda zıvanadan çıkar, bunu kimin söylediğine bakmaksızın, korkup kaçanları önüne katarak yakaladıklarını büyük küçük demeden, yoruluncaya ya da aman dileyenler karşısında insafa gelene kadar canhıraş çığlıklarla pataklardı. O minyon zayıf kadın bu durumda adeta usta bir dövüşçüye dönüşürdü. Büyüklerle derdi yoktu aslında, ama çocuklar ahh o çocuklar! Asıl belalıları onlardı. Büyükler hassasiyetini bilir, kendi aralarında deli sıfatını kullansalar da Leyla mahalleden geçerken, kendilerine sataşsa bile zinhar Deli Leyla demezlerdi, severler korurlardı, en çok da biz çocuklardan. Çünkü o küçük şeytanlar çocuk gaddarlığıyla sanki oyunlarından sıkılmışlar da macera ararcasına zaman zaman Leyla’yı deliye döndürürlerdi.
İşte günlerden bir gün, mahallede bize göz kulak olan nene, hayallerimize yeni dünyalar katan masallarından birini henüz bitirmişti ki her daim yaptığı gibi konuşa konuşa kendiyle muhabbet eden Leyla’nın sokaktan geçtiğini gördük. Biz dört küçük canavar, hemen sokağa koşup neredeyse insiyaki olarak acımasız oyunumuzu sahnelemeye başladık. Leyla henüz çok da uzaklaşmamıştı. Sanki korkuyla alay eder gibi avazımız çıktığı kadar bir de nağmeli nağmeli “Deli Leyla! Deli Leyla!” diye bağır bağır bağırdık. Leyla, susmazsak bizi mahvedeceğini ima edercesine bir hamlede bulunduysa da susmadığımızı görünce yerden aldığı taşı da atıp üzerimize doğru delicesine koşmaya başladı. Yakalarsa bizi mahvederdi az çok biliyorduk. Ama yine de sanki tehlikenin aleyhimize döneceği eşiği son ana kadar terk etmemek gerekiyormuşçasına bağrış çığrış tepinerek durakaldık biraz, ama az biraz sonra ayağımızdaki terlikler sağa sola dağılırken kaçıştık, saklanmaya çalıştık. Kurtarıcımız o güzelim ninemiz bir anaç tavuk misali civcivlerinin önüne geçip Leyla’nın saklanmaya çalıştığımız odunluğa girmesine izin vermedi, vermedi ama bütün dayağı da o yedi. Leyla yaşına hürmeten mi yoksa bize siper olmasından etkilenerek mi bilinmez çok hırpalamadı nenemizi ve bağıra çağıra yoluna gitti. İyi bir azar işittik, bir ton da tembih nineden, ama asıl cezayı annelerimiz işten gelince yedik: Biraz sopa çokça azar. Bu olaydan sonra bir daha Leyla’ya asla deli demedik, gelip geçerken çoğu kere gözüne görünmedik, evet biraz korkudan ama en çok da utançtan. Leyla ile yaşadığımız olay bizi bu ahlâki hisle tanıştırmıştı ve sonrasında bunun giderek güçlenip serpilmesine vesile olmuştu.
Evet, çocuk gaddarlığıyla yaptığımız bir şeydi, ancak gaddar mıydık gerçekten? Yaptığımızın ne anlama geldiğini, hırpalanma ve hırpalama dağarımızın dapdaracık çerçevesi içinden onun en az bizim kadar zayıf olduğunu, kırılganlığın çeşit çeşit olabileceğini bilmiyorduk. Alayın sınırlarını bilmiyorduk. Aşağılamanın ve aşağılanmanın nemenem bir şey olduğunu, bunun insana ne tür sonuçlarının olabileceğini bilmiyorduk. Hani der ya Ursula K. Le Guin “Kızılderili Amcalar” adlı anlatısında, aynen öyleydik: “Gaddar değildik, ne olup bittiğini bilmiyorduk sadece, salaktık. Çocukların dünyadan haberi yoktur, aklı bir karış havadadır. Ama öğrenirler. Eğer öğrenme fırsatı verilirse”.(1)
Evet, öğrendik, şanslıydık, çünkü bize öğrenme fırsatı verilmişti, hem de en önemli duygulardan biri olan ve bugün yaşadığımız ülkede her gün yüz kızartacak pek çok olay olurken neredeyse silinip giden, esamesi okunmayan utanma duygusunu kazanmıştık.
Evet, utanma duygusu gayet önemli ve yararlı bir toplumsal araçtır insanlar arası ilişkiler için. Saygının, onurun payandasıdır. Hatamızı kabul edip özür dilemeyi öğrenmemize vesile olur. Aymazlığa sınırdır, arsızlığa bukağı. Ahlâki sorumluluğun olmazsa olmazlarının gelişebilmesinin koşullarından biridir. Ancak bunlarla dostluk ve dayanışmanın temel taşlarını oluşturduğu bir toplumsallığı kurabilmek ve sürdürebilmek mümkündür. Utanma duygusunun yitimi, demek ki bedeli epeyce ağır ilişkilere, katlanılması zor bir hayata mahkûm eder bizleri. Eğer bugün utanmayı mumla arar haldeysek, hâkimleri, siyasetçileri, sokaktaki insanı utanç denilen şeyden bihaber olan bir ülke haline geldiysek çok uzun zamandır bizi aptallaştırmış bir kültürle sarmalanmış olduğumuzdandır. Yoksa çocukların her anlamda istismar edilmesine, kadınların her türden şiddete maruz bırakılmasına, insanların acılarını her türden küstahlıkla aşağılamaya, kendi küplerini doldururken maddi imkânları sınırlı insanlara dinin gereği diyerek alay edercesine yardımlaşmanın erdemlerinden bahsedenlere başka nasıl gözlerimizi kapatır birer insan müsveddesi haline gelirdik. En nihayetinde aptallaşmak zihinsel ve duygusal yetilerimizin dumura uğramasıdır, dolayısıyla öğrenmenin değil unutmanın hâkimiyeti altına girmek demektir. Yaşanan, tanık olunan iz bırakmadan kaybolup gider.
Evet, biz utancı öğrenmiştik, çünkü iyi kötü, davranışlarımızı kendilerine göre düzenleyebileceğimiz normların ve hükümlerin, hayatın yerel işleyiş biçimleriyle bağlarını yitirmediği bir dünyada büyümüştük. Üstelik bu öyle bir dünyaydı ki hükümler, davranışları üzerine söz söylediği insanların deneyimleriyle sınanabiliyordu. Referans çevresiyle yüz yüzeydik. İyiye kötüye, yanlışa doğruya ilişkin tembihler, bizzat tembihlerin sahiplerinin davranışlarıyla her daim sınamaya açıktı. Yani ahlâki mesafe kısaydı. İdealize ettiğimi düşünebilirsiniz, ancak öyle değil. Elbette aksayan tarafları vardı, ancak bütününde zihni ve duygusal melekelerimizi çokça hasara uğratmayan, bizi aptallaştırmayan bir dünyaydı. Şimdiyse çok uzun süredir soluk aldığım bir iklimin parçası olarak kimi zaman kendimden endişelenmiyor değilim. En nihayetinde ya huyundan ya suyundan denir ya. Ama ufak da olsa umudumu yitirmiyorum, yitirmemeye gayret ediyorum, kendimden umudumu yitirmemenin sebebiyse Leyla’yı hiç unutmamış olmam, onu her hatırladığımda içimin titremeye ve yüzümün kızarmaya devam etmesi. Hoş bu da bir tür züğürt tesellisi olarak görülebilir. Elbette mümkündür.
(1) Zihinde Bir Dalga. İst., Metis, 2017, s.30