2014 yılının Nisan ayıydı. O güzelim bahar günümüz, A Haber’de
“Reza Zarrab ile Yılın Röportajı” olduğu iddia edilen bir komedi
programıyla daha da şenlenmişti. Reza Bey, o zaman da karanfiller
gibi renkli, bülbüller gibi ahenkli, neşeli, sevinçli, zevkli,
nağme nağme şakıyordu.
Devamlı kırpıştırdığı gözleri, titrek sözleri, söyledikleriyle
bir türlü senkronize edemediği el hareketleri, uyumsuz mimikleri,
saldırgan tavırları, konudan konuya atlaması, sorulara soruyla
karşılık vermesi, durup dururken sesini yükseltmesi, sonra aniden
kısık sesle ve tane tane konuşmasıyla filan (kendisine hiç
yakıştıramadığım bir acemilikte) yalan söylüyordu.
Orada, bir adet (fönlü saçlı) dürüstlük abidesi gibi otursa da
dizi dizi yalanlar söylediğini beden diliyle itiraf ediyordu.
Arkasında duran Türk Bayrağı’ndan aldığı güvenle o kadar rahattı
ki, yalan söylemesi çok da büyük bir sorun değildi. Zaten hangimiz
yalan söylemiyorduk ki, şu yalan dünyada?
Reza’nın 31 yaşına girmesine 5 ay kalmıştı o zaman. Daha 30
yaşındaydı ama ihracat şampiyonuydu. Türkiye’ye yaptığı hizmetler
ve ekonomimize yaptığı katkılardan dolayı ödüller almıştı. Başarılı
ve “hayırsever” bir iş adamıydı. Hayırsever olduğu yetmezmiş gibi,
romantikti bir de. Hisli şarkı sözleri ve şiirler yazıyordu.
Oynadığı milyarlarca paraya inat, son derece alçak gönüllüydü.
Adeta bir sevgi kelebeğiydi Reza. Ebru’nun “gönlünün
efendisi”ydi. Ebru’sunu çok seviyor, arada ona minik sürprizler
yapıyordu. Bu minik sürprizler bazen bir yat, bazen bir yalı, bazen
de iki yalı olabiliyordu. İki yalı alırsa, yalıları tüp geçitle
birbirine bağlıyordu. Aşk, bazen tüp geçit yaptırmak değil
miydi?
Arkasında Türk Bayrağı, önünde ona inanmaya programlı iki
kişiyle her şeyi anlattı o gece. 1 yaşından beri Türkiye’de yaşıyor
ve ticaret yapıyordu. (Evet, böyle dedi. Siz daha yürümeyi
bilmiyorken, o yürütmeyi öğrenmişti.)
“İran ajanı mısınız?” sorusuna, “İran ajanı gibi bir duruşum var
mı?” diye sordu. Sunucular, o an, “Acaba İran ajanı nasıl durur?”
diye düşündü. Çok uzun düşünmelere de gerek yoktu aslında. Herkes
ajanların nasıl durduğunu bilirdi ve Reza kesinlikle öyle
durmuyordu. Sunucularla birlikte içimize su serpildi. (Zaten ajan
olsa, hemen söylerdi. Bütün ajanlar, sorulduğunda ajan olduklarını
itiraf eder. Ajanlık müessesesinin altın kuralı budur.)
Çok daha şuurlu bir soru geldi sonra: “Peki, altın kaçakçısı
mısınız?” Tabii ki değildi. Reza “Altın kaçakçılığı diye bir şey
olamaz.” dedi. Sonra da (sunuculardan yol yordam öğrenmeye
çalışarak) “Altın kaçakçılığı nasıl olabilir, siz biliyor musunuz?”
diye sordu. Sunucular dondu, hayat durdu. Bu sorunun cevabı yoktu
çünkü altın kaçakçılığı diye bir şey yoktu. Konu kapandı.
Sonra Reza (neden bilinmez) aniden öfkelendi. Sunuculara soru
üstüne soru sormaya başladı. Sesi yükseldi, kravatı gevşedi,
saçlarının bir kısmı ahenkle dans etmeye başladı, kolları oturduğu
koltuğun kollarının şeklini aldı. Sunucuların ajan, kaçakçı, hayali
ihracatçı ya da rüşvetçi ilan edilmeleri an meselesiydi. Reza
coşmuştu. Reza kızmıştı. Her cümlesinde dikkatimizi çekiyor ve
altımızı çiziyordu.
Bütün dikkatler iyice çekildikten ve altlar çizildikten sonra,
Reza bombayı patlattı: “Her şey Reza Zarrab, Rıza Sarraf üzerine
kurulmuş bir komplö!” (Komplö, “çok şiddetli komplo” anlamına
geliyor olabilir.)
Halk Bankası üzerinden, dürüstçe ticaret yapıyordu. Her şeyi
belgeliydi ve yasalara, hukuklara uygundu. Ne biçim uydurmalardı
bunlar yahu? Yalanlar, hayali ihracatlar, rüşvetler, kara para
aklamalar, ambargo delmeler? Reza inanamıyordu. “87 milyar Euro, 50
milyon Euro, 500 bin Euro? Bunlar akla mantığa sığıyor mu ya?
Nereden çıkıyor bunlar ya?” diye soruyordu. Bu rakamları telaffuz
bile edemiyordu çocuk.
Tonlarca altın ticareti yapan ve çılgınca milyarlar kazanan, 30
yaşındaki her normal iş adamı gibiydi. Zeki, çevik ve ahlaklıydı.
Rüşvetin anlamını da bilmiyordu.
Özellikle Amerika’nın ambargolarını deldiği iddiaları, Reza’nın
hassas kalbini çok kırmıştı. O kadar da Amerika’nın ambargo
mevzuatına uygun hareket ederken. Ambargo konusunda bu kadar
özenliyken. Akşam eve gidince, hemen bir şarkı sözü yazacak kadar
hislenmişti Reza.
Şarkısının adı “Ben masumum hâkim bey.” olacaktı. Programdaki
“Hediye saatler, milyarlarca rüşvetler verdiğimi söyleyen
iftiracılar, benden nasıl özür dileyecekler, çok merak ediyorum.”
sözlerini, şarkısında da kullanacaktı mutlaka.
Olmadı.
Reza Zarrab, Amerika’da (bülbülleri kıskandıracak bir şakıma
yeteneğiyle) “Yalanlar söylediğim doğrudur.” diye başladığı
itiraflarını bir türlü bitiremiyor şimdi. Daha önce telaffuz
edemediği milyarları, rahatça telaffuz edebiliyor, akla ve mantığa
sığmadığını söylediği her şeyi, şemalarına güzelce sığdırabiliyor
artık.
Gündem, “Reza ve itirafları” ile “Ebru ve gözyaşları” arasında
gidip gelirken, biz de “50 milyon Euro rüşvet verdim.” cümlesindeki
rüşvetin, kaç Türk Lirası olduğunu hesaplamaya çalışırken,
Viyana’da 6 kardeşiyle birlikte bir mülteci kampında yaşayan, 11
yaşındaki Afgan çocuk intihar etti.
11 yaşında, mülteci kampında, 6 kardeşinin bakımından sorumlu
olan, annesi ve babasının nerede olduğu bilinmeyen bir çocuk. Daha
fazla dayanamayıp intihar etmiş. 11 yaşında, intihar etmiş.
Son zamanlarda Reza, Ebru ve çeşitli siyasetçiler adına,
fazlasıyla kullandığımız utanma hakkımızı, artık lütfen boşa
harcamayalım. Rezillik hikayeleri bitmeyecek çünkü. Onlardan
utanacağımıza, hep beraber önce kendimizden, sonra bütün dünyadan
utanalım.