Utku Yıldırım: İnceliğe sıkı sıkı sarılan insanlar var

Utku Yıldırım'ın ilk romanı 'Kusursuz Bir Mesafe', Dedalus Yayınları tarafından yayımlandı. "Benim derdim insanı anlamaktı" diyen Yıldırım'la 'Kusursuz Bir Mesafe'yi konuştuk.

Abone ol

Baran Güzel

DUVAR - İlk kitabı 'Asker Daha Fazla Elliot Smith Dinlemek İstemiyor' ile edebiyat dünyasına öykülerle giriş yapan Utku Yıldırım bu kez bir romanla, 'Kusursuz Bir Mesafe'yle çıkıyor karşımıza. Yeni kitabında uyumsuz bir çiftin, tepetaklak olan evliliklerini anlatıyor Yıldırım. Anlardan ve fragmanlardan yararlanarak, biçimi de kusursuz bir mesafeye dönüştürüyor.

Utku Yıldırım’la ilk romanı 'Kusursuz Bir Mesafe' hakkında konuştuk.

'DERDİM, İNSANI ANLAMAKTI'

Kitabın yazım süreciyle başlayalım; 'Kusursuz Bir Mesafe' nasıl bir derdin ürünü? Romanınızın yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?

Y kuşağının ilişkileri bağlamında değerlendirilebilir, aile mitinin çöküşü olarak görülebilir, bireycilik açısından eleştirilebilir, nereye çekerseniz oraya gelir. Benim derdim insanı anlamaktı. İkili, üçlü ilişkideki insan nedir, nerelerde bulunur? Görülüyor ki çağ hızlı, insan da ayak uyduruyor buna, sürükleniyor. Nereye, başkalarına. Bunu Ali Teoman pek güzel söyler, “Aşk yaşama çok uçuk”. Postmodern bakış yerleşik kanıları ortadan kaldırdı, yerine kendi uçuculuğundan başka bir şey koymadı, derdim biraz da bu. Sunulan dünyanın ötesini arayış. Yazarken bunları biliyordum ama metni bu temel üzerine yerleştirmeyi düşünmemiştim. Belli bir planla başlamadım, biteceği yeri de bilmiyordum ki bitmiş sayılmaz, anlatının ortalarında sonundan ötesini aktaran parçalar var, yarım. Bu dünya çok hoşuma gittiği için Ufuk’u daha anlatırım ben ama Derin’le işim bitti, mesafenin kusursuzluğu aşılamamasıysa Derin aşıldı.

'Kusursuz Bir Mesafe', Derin ile Ufuk’un ilişkisini farklı safhalarla, farklı açmazlarla, zamanı ve mekânı bulanıklaştırarak anlatıyor. Ufuk sanki kaybedeceğini bilerek giriyor bu yola. Biteceği belli bir ilişkiye başlamak günümüzün en yaygın tercihlerinden biri sanıyorum. Bu durumu, kişisel olanla toplumsal olan ilişkisi üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?

İlişkinin başlangıcı saçma, bitişi daha da saçma, arada nişan, evlilik, eşyalar, arabalar, evler, bir sürü şey var, anlamsız. Saçmalıktan kastım şu: Sözlü, yazılı veya örtük anlaşmalar üzerine inşa edilmiş yapılar uzun süredir arıza çıkarıyor, birey üzerinde kurduğu tahakküm büyük problem. Bauman’ın “akışkanlık” kavramıyla birlikte değerlendirince uçtum akıllılık, akar gönüllülük bu duruma tepki olarak bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkıyor olabilir diye düşünüyorum. Bu durumda ölçeği küçültüp ikili ilişkilerdeki örüntülere bakıyorum. Taraflardan biri dilediği zaman gidebilir veya açık ilişki yaşamak isteyebilir, güzel. Derin’le Ufuk’un problemi anlaşmayı bulandırmaları, tabii ön kabullerin farklılığı da var. Bay Ufuk safça bir adam, uğraşırsa her şeyi başarabileceğini düşünüyor ama içten içe işlerin öyle yürümediğini de biliyor. Bir süre sonra baştan çıkarıyor ve çıkarılıyorlar, ilişkiye nokta konuyor. Klişe bir hikâye, güncellemeye çalıştım.

'Kusursuz Bir Mesafe', sadece Derin’le Ufuk arasında değil, aynı zamanda ailelerle, hayallerle, işle, yoldan geçen insanlarla “kendiliğinden” kurulmuş bir işleyişe benziyor. Bunca mesafeye rağmen yaşamak oradan nasıl görünüyor? Ya da şöyle soralım; bu mesafeler nereden sonra yorucu olmaya başlıyor?

Parçalanmış bir ailede büyümek zor. Ufuk’un sosyal öğrenme yeteneği çocukluktan hasarlı olduğu için dikkati her şeyin üzerinde, doğaçlama yaşıyor, uyarıları dinlemiyor. Başkaları da en az onun kadar hasarlı, niye dinlesin? Yorucu kısım inançları sarsılınca ortaya çıkıyor ama alternatifleri buluyor hemen, acı çektiği yerde durmuyor, başka birine dönüşmüyor, yaşamı üzerinden akıp gidiyor. Durduğu anda yorulacağını, bir şeylerle yüzleşmek zorunda kalacağını biliyor mu? Benim için irkiltici bir manzara bu ama Ufuk için sorun yoksa iyi, ara sıra çekiştirsem de yargılamak haddim değil.

'YAŞAMI DEĞİL DE YAŞAMIN TEMSİLLERİNİ YAŞIYORUZ'

Sevgi pek çok sanatsal disiplinde, TV’lerde, reklam panolarında ve akla gelen hemen her yerde olumlanan ve sürekli yeniden üretilen plastik bir şey. Kötü olan sevgi mi yoksa sevginin yaşanma biçimi mi? Acı çekmekle sevmek arasındaki o tuhaf, hastalıklı mağara sanıldığı kadar ürkütücü değil sanıyorum.

Mozaik’in “Plastik Aşk”ını hatırladım, çok güzel şarkı. Buna pek çok düşünür değiniyor aslında, yaşamı değil de yaşamın temsillerini yaşıyoruz, müşteriyiz de ürünün en hesaplısını kitaplısını, fiyat/performans açısından en verimlisini seçiyormuşuz gibi. Her şey çok şükür metalaştığı için ilişkilerin getirisi götürüsü, itmesi çekmesi titizlikle belirleniyor, yönetim kuruluna proje sunmaktan farksız. Kodlar çok derinlerdeyse yüzeye çıkması zaman alıyor, zaman aldıkça can yakıyor. Bir açıdan o kadar ürkütücü değil aslında, her şeyin son derece basit ve güzel yaşanabileceğini düşünüyorum ben, umudumu yitirmedim. Etrafıma bakınca gördüğüm karanlıktan korksam da inceliğe sıkı sıkı sarılan insanlar var, çok seviyorum onları. Toplamda altı kişi.

Kusursuz Bir Mesafe, Utku Yıldırım, 164 syf., Dedalus Yayınları, 2021.

Birtakım tekniklere rastlıyoruz, bir yerde patafiziksel ögeler var, başka bir yerde öykü uçları beliriyor. Anlatıyı nasıl genişletiyor bunlar?

Bilinçle, bilişle ilgili. Karakter kendini dünyanın merkezindeymiş gibi duyumsadığı zaman nesneler görünümlerini karaktere göre ayarlar. Bir yere bağlanmayan küçürekleri de Bolaño pek sever. İlk onun metinlerinde görmedim muhtemelen ama esinlendim sanırım, ben de pek severim örüntüden taşan parçaları. Her şeyin hesaplı kitaplı olamayacağını gösterir. Duvardaki silah patlamazsa seyirciler kandırıldıklarını hissederler, hissetsinler. Kurgu bağlamında kusur olarak görülebilir, bana göre kusur değildir, James Wood’dan ilhamla söylüyorum ki yaşamın en yakın benzeridir bu. İnsan nihayetinde irrasyoneldir. Güvenilecek pek bir yanı olmadığı anlaşılan anlatıcı biraz daha kaotiktir, anlatıyı istediği yere çekebilir. Karakterin düşündüğünü düşündüm açıkçası, belki de tam tersi olmuştur. Belki de Bolaño anlattığı her şeyi bağlamayı başarıyordur da ben göremiyorumdur. Bir şey değişmez, yapı tam.

Romanda “an”lardan yararlanıyorsunuz, birbiriyle uyumsuz birçok parçayı bir araya getirip “kusursuz” bir yapı oluşturuyorsunuz. Anlardan oluşan parçacıklı bir roman yazma fikri nasıl şekillendi?

Acının kişisel tarihi biçimlemesi, bölümlemesi, artsürem, eşsürem ve zamanla ilgili diğer meseleler üzerinde düşündüm. Birkaç metinde düşündüğüm şeylerle karşılaştım, epigraf olarak değerlendirdim. Malum biçim pek çok metinde karşımıza çıkar, bence en şahane kullanımı 'Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri'nde, ara ara açıp orasını burasını okumam da ne kadar iyi, yenilikçi bir metin olduğunu hatırlarım hep. Vonnegut’un metinleri öyle, Bolaño da dedim ama beni vuran Gospodinov oldu. Metni yazarken bir arkadaşımın önerisiyle okudum, yapmaya çalıştığım şeyin yüz kat, bin kat daha güzeliyle karşılaşınca yazmayı bırakmayı düşünmedim de devam etmemi sağlayacak bir şey bulmam gerekti. Buldum, karakterin bilincinin, travmalarının kişisel anlatıyı, “bizi ‘biz’ yapan hikâyeleri” parçalama ve dağınık parçaları uç uca ekleme biçimini görmek istedim, görmek istediğimi hatırladım daha doğrusu, en başta niyetim buydu ama 'Hüznün Fiziği' ve 'Doğal Roman' geçici amaç kaybına neden olmuştu, geçti. Uğraştım biraz, tutarlılığı sağlamak için önce kronolojik sıra çıkarma yoluna gitmedim, dağınık parçaların her birini tekrar tekrar inceledim. Açık kalmadı sanırım.

Bölümleri belirten, anlatının içinde karşımıza çıkan şarkılar var. Metinde müziğin işlevi nedir?

Karakterin hissettiklerine eklenebilir. Aşkı üç şarkıya sığdırma fikri hoşuma gitmişti, beceremedim, taştı. Gerçi sonradan tek bir şarkıya indirgedim, Red Hot Chili Peppers’ın “Sick Love”ı cuk oturdu. Bazı şarkılar aşk acısıyla, bazıları günümüzün insanıyla ilgili; aslında sırf şarkı adlarıyla kurulabilecek bir anlatıyı düşünmek de mümkün. Gerçi ben bir yerde işlevin tersini düşündüm, insanlardan birine, “Neden araya dereye şarkı sıkıştırırlar ki?” dedirttim. Yine karakterde bitiyor olay, adam dünyadaki yerini şarkılarla belirleyecek kadar düşkün müziğe, nedeni bu. İç tutarlılıkta, biçemde şarkıların yeri mühim. Sözler, müzik, şarkıya dair her şey karakterin oluşumunda etkin.

İlk kitabınız 'Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor' 2018 yılında yayınlanmış. Aradan geçen bu üç yılda kendinize yönelteceğiniz eleştiriler var mı?

İlk kitaptan razıyım, yolumu çizdi. Bazı şeyleri farklı biçimde anlatabilirdim ama bunun sonu yok galiba, her şey farklı biçimde anlatılabilir. Bu röportajı okurken bile değiştiriyorum kafamda, acaba öyle değil de şöyle mi söyleseydim? Şiir bitirilmez de terk edilirse öykü de terk edilir, benim için böyle. O anla ilgili bir şey, o an öyleyse tamamdır.

Ayrıca müzikle uğraştığınızı biliyoruz. Bu alanda neler yapıyorsunuz? Pek çok müzisyen gibi pandemi süreci sizin müziğinizi de etkiledi mi?

Benim yaşam biçimim değişmedi, işim gereği bolca boş vaktim de olunca yazmak istediğim metinlere, şarkılara odaklandım. Birkaç şarkı kaydettik, yeni gruplar keşfettim, dolu dolu geçti pandemi zamanı. Toplama bir albümde çıkacak şarkımızı bekliyoruz, ardından teklilerle devam edeceğiz. Üç albüme yetecek sayıda şarkımız var ama albüm yapmak, sahneye çıkmak gibi kaygılarımız yok, istediğimiz şeyi istediğimiz biçimde yapıyoruz. İyi böyle. Nick Drake usulü biraz.

Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?

Altıncı dosyayı bitirmeye çalışıyorum, novella. Yazılacak şeyler, okunacak kitaplar, dinlenecek şarkılar var, zaman geçiyor böyle böyle.