Onlar hep oradaydılar. Dışarıda. Kimisi keke, kimisi çimlerde yuvarlanmaya oy vermişti. Kimisi zenginler pahalı köprüden geçsin, parası olmayan öbürleri ucuz köprüden geçsin diye düşünüyordu; buna oy verdi. Pek çoğu belki ömür boyu hiç gitmeyeceği havaalanına, muhtemelen üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkenin denizlerinden birini öldürecek diğer ikisinin ise tüm dengesini bozacak kanala oy veriyordu. Kimisi evdeki buzdolabına şükrediyor, ne kendisinin ne de muhtemelen anne babasının bu dünyada bile olmadığı zamanların, evlerde fırın olmayan zamanların anısıyla titriyor, girdiği oy kabininde gözlerini kocaman açıp dudaklarını büzerek çektiği videoyu hemencecik sosyal medyada paylaşıveriyordu. Kimisi sandık başına belinde silahıyla gidiyor, onlarca oy pusulasına, sanki her zaman bu işi yaparmış gibi el çabukluğu ve beceriyle mührü basıyor, sandık kurulunun gözleri önünde zarflarına koyuveriyordu. Kimisi yol ve betonun kıt olduğu zamanların korkusuyla titriyor, oyunu betona ve akacak yer bulamadığı için binaların giriş katlarına, altgeçitlere ve caddelere dolan, bu arada da elbette kanalizasyon suyuyla karışan yağmur suyuna veriyordu. Bir diğeri, oyunu hangisini açsan aynı adamların aynı cümlelerle konuştuğu televizyon kanallarına, seçim sonuçlarını dört gün öncesinden “kazara” açıklayan ve her ne hikmetse kazananın oy oranını neredeyse noktasına virgülüne doğru bilen Anadolu Ajansı’na, tek bir ağızdan verilen talimatla aynı manşetleri atan gazetelere veriyordu. Bazıları, kopyala yapıştır iddianameler ve hatta kararlarla on binlerce mağdur yaratan, ülkenin bağlı olduğu uluslararası sözleşmeleri, uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan hoyrat kararların altına gözünü kırpmadan imza atan, sıkınıp çekilmeden, açıkça, herkesin gözü önünde bir partiyi, bir adayı destekleyen, öbürünü hedef gösteren mesajlar yayınlayan yargıya oy veriyordu. Kimisi ha geldi ha gelecek diye beklenen krize, kilosu bir doları geçen patatese ve soğana, bazıları birilerinin iki dudağından çıkacak söze bakan piyasalara, iki haneli rakamlarda seyreden enflasyona ve işsizliğe oy veriyordu. Kimisi savaşa oy veriyordu. Acıya, gözyaşına, şehitlere ve ölümlere…
Bu kaçıncı pazartesi, böyle uyandığımız? Oysa bakın bir araya gelince ne kadar da çoğuz. Sandıkçı demokrasi oyununa bakmayın. Sıkıcıdır. Sizleri birer rakama indirger. Toplar, çıkarır, çarpar ve de böler. O rakamlar oy kabininde basılan mühürden ibaret değildir. O rakamlar kaybedilen hayatlar, yitip giden ümitler; yaşanan zulümler, baskılar karşısında yılmayan insanlardır aynı zamanda. O rakamlar demokrasi hayalinden vazgeçmeyen, her yenilgide yeniden başlamayı mümkün kılan direnci, ümidi yeşerten yaşamın damarlarıdır. Adaleti arayan, özgürlüğü arayan, eşitliği ve insanca yaşamı arzulayan ve bunun için mücadele eden, el ele verenlerin arkalarında bıraktıkları izdir. Bu yüzden her zafer ikircikli, her zafer geçicidir muktedir için. Gücünü ve meşruluğunu her seferinde yeniden ve yeniden ispatlamak zorundadır. Bitmek bilmeyen bir çabayla, güçlülüğünü kanıtlamak için her yolu denemesi ve ne olursa olsun geri adım atmaması bundandır. Yorgunluğu bundandır.
Bertolt Breth’in o ünlü sözünden -sen kazandın ama ben haklıydım- esinlenen bir şarkı bırakıyorum buraya. Seçim pazartesilerinde dinlemeyi pek severim.