Kaldırımlar henüz icat edilmediğinden, meraklı kalabalık diz boyu çamura aldırmaksızın caddede yığılmış izliyordu.
Atlar kişniyor, arabacılar küfrediyor, kırbaçlar havada ıslık çalıyor…
Soylu beyefendi öfkeye kapılmıştı. Dakikalardır beklemekteydi. Arabasının önü başka bir at arabası tarafından kesilmişti ve bir sürü arabanın arasında, nafile yere, dönmeye çalışıyordu. Daha fazla sabrı kalmayınca arabadan indi. Kılıcını kınından çekti ve yolun üzerinde karşısına çıkan ilk atın karnını deşti.
Bu olay 1766 yılında bir akşamüstü, Paris’te yaşandı. Soylu beyefendi Marquis de Sade idi.
Bugünün kent hayatı, sadece trafik değil, bir bütün olarak kalabalıklar içindeki hayat, çok daha sadist. Kimsenin kimseye tahammülü yok. O yüzden olsa gerek, herkes herkesi unutmuş gibi davranıyor; dünyada bir başınaymış gibi, kendinden başka hiç kimse yokmuş gibi kaldırımda yürüyor, dolmuşa otobüse biniyor, bankamatikte gereksiz oyalanıyor, marketteki kasiyeri -ardında uzayan kuyruğa aldırış etmeden- inim inim inletiyor. Gündelik hayatın kalabalıklar içindeki bu tür ayrıntıları, inanın, ahmaklıkla canilik arasında gidip gelen trafik cinayetleri kadar sadistçedir.
Bu sadizm, bireylerin dar yaşam ortamının bir sorunu olarak görülemez, basitçe “şahsi bencillik” diye tanımlayamayız.
Dünya, sistematik bir hakikâttir. Birey olarak yaşadığımız sıradan hayatlarımız bu büyük hakikât tarafından belirlenmiş küçük küçük yaşam parçacıklarıdır. Ama biz gündeliğin bu darlaşmış yaşam ve algı kalıpları içinde o büyük belirlenmişliğin farkına varacak durumda değiliz. Böyle bir darlaşma, bütün bir dünyayı, onu mantıklı bütün haline getiren ilişkiler ağını dışarıda bırakarak, gündelik yaşayışın son derece sınırlı alanında ne yaşanabiliyorsa ona indirgiyor.
Bireylerin gündelik sadizmi, toplumsal yapının genel sorunlarına bağlı bir sorundur. Sefahat namına sefalet üreten sadist ekonomiye bağlı bir sorundur. Yüzde ellileri yüzde elliler nezdinde itibarsızlaştıran sadist siyasete bağlı bir sorundur. Toplumsal yapının bu tip genel sorunları, gündelik yaşamda kimi zaman terör, cinayet ve bilcümle üçüncü sayfa haberleri gibi fiziki, kimi zaman da saygısızlık, bencillik ve yok sayma gibi sembolik şiddet olarak açığa çıkar.
Şiddet üreten bu sadizm ancak “sınıfsız imtiyazsız bir ulus” ya da “güçlü toplum için güçlü lider” gibi akılcılaştırılmış mitlerle iş görebilmektedir. Mit ise bir ilkel aldanma biçimidir, hayatta kalabilmesi için metafizik zemine ihtiyaç duyar. Ve aslında tarihin değişen durumu bu metafizik zemini, bir zaman gelmiş, ortadan kaldırmıştı. Bu, bir dizi şiddetli olaydan sonra olmuştu, çivi çiviyi söker misali! Örneğin, Avrupa'nın en büyük dördüncü şehrini tamamen yıkan ve 60 bin ile 100 bin kişi arasında tahmini ölümle sonuçlanan 1755 Lizbon depremi, Voltaire'in teolojiden kopmasına yetmişti, “Tanrı'nın gazabı” miti, yerkürenin fiziki gerçekliği karşısında artık tutunamıyordu. Tarihin bu dönemine Aydınlanma deniyor.
Bu aşamadan sonra mitler, modern toplumsal normlar olarak, yani bugünkü gibi akılcı görünümler içinde yaşamayı denediler. Ama bu kez de, Yahudi soykırımında milyonlarca insanın katledilmesiyle mesela “ulus” miti daha önce hiç olmadığı kadar ürkütücü bir şeye dönüşmüştü.
Dünyanın hikâyesi böyle.
Biz ise halen ilkel aldanmanın ilk aşamasındayız. Henüz Voltaire çağına bile erişmiş değiliz. Oysa son on yılda… Vazgeçtim, sadece son bir yılda başımıza gelmiş felaketlere bakın! İşte daha dün yıldönümü anmasına izin verilmeyen Ankara Garı katliamı ve öncesinde Suruç. Topa tutulan Cizre, Sur, Nusaybin… Ve Ankara’da, Beyoğlu’nda, Sultanahmet ve Atatürk Havalimanı’nda patlayan intihar bombaları… En son “darbe kalkışması” garabeti ve yüzlerce ölüm… Ardından gelen yasaklar, tutuklamalar… Mitlerin somut deneyimle uzlaştığı metafizik zemini Lizbon depremi gibi yerle bir etmeye yetecek, bir dizi değil, bir sürü şiddetli olay! Sonuç ne?
Kalabalık otobüste boş bir koltuk için hayvani mücadele!