Bir turist kafilesinden hallice dolaştığımız sokaklarda, benzer yürüyüşlerde aldığımız tepkileri yukarıdaki linkte anlattığım için onlardan ayrıldıktan sonra tek başıma dolaşırken tecrübe ettiklerimden biraz bahsetmek istiyorum size.
Fırsatını buldukça Ankara’nın çeşitli semtlerinde, özellikle de eski şehir merkezi olan Ulus’ta hafıza yürüyüşleri yapıyorum. Bu yürüyüşlerden, şehrin eski ve yeni yerleşimleri arasındaki farklılıktan yakın zamanda bahsetmiştim. Pandemi hayatımızı her yönden değiştirince uzun süre, eskilerin tabiriyle eskisi kadar müteharrik, yani hareketli olamadık, malum. Ben de uzak akrabamız olmasına rağmen, arada hatırını almaya itina gösterdiğim Ulus’a aylar sonra, arayı çok açmadan iki ziyaret yaptım. İkisi de hafıza yürüyüşü vesilesiyleydi ve yanımda dikkat çekici bir kalabalık vardı. Bir turist kafilesinden hallice dolaştığımız sokaklarda, benzer yürüyüşlerde aldığımız tepkileri yukarıdaki linkte anlattığım için onlardan ayrıldıktan sonra tek başıma dolaşırken tecrübe ettiklerimden biraz bahsetmek istiyorum size.
Bu seferki cevelanımın, pandemi sonrasına ve döviz kurunun da tetiklediği ekonomik krize tekabül ettiği için önceki Ulus seferlerimden farklı olacağını tahmin ediyordum. Büyükşehir Belediyesi’nin el değiştirmesinin beraberinde getirdiği dönüşümlerin mekansal izlerini de sürmek muradındaydım. İlk gözüme çarpan kepenk indiren küçük esnaf bolluğu oldu. Sonra da şehir merkezini aratmayan yüksek fiyatlar. Derken Heykel’in önünden Hal tarafına doğru aheste bir yürüyüş tutturdum. Çocukluğumda Yenimahalle’deki evimizden Ulus’a alışverişe gidileceği zaman “Heykel’e iniyorum” denirdi. Ulus’taki heykel, resmî adıyla Kurtuluş Savaşı Anıtı, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu, Millî Mücadele’yi destekleyen Yunus Nadi tarafından 1927’de Ankara halkından bağış toplanarak Mustafa Kemal’e armağan olarak yaptırılmıştı. Sofu anneannem heykelin sembolizmine ihtiyatla yaklaşır, “heykelet” diyerek hafifçe alaya alırdı. Babam ve okumuş-yazmış Cumhuriyetçi arkadaşları içinse heykel gurur kaynağıydı. Babam memleketten gelen akrabalarını Gençlik Parkı’na veya şehrin ilk yürüyen merdivenine sahip olduğu için adıyla değil “yürüyen merdiven” olarak anılan Anafartalar Çarşısı’na götürmeden önce bir tür ayin gibi Heykel’i tavaf ettirir, her bir figürün milli mücadeledeki yerini kendince yorumlayarak anlatırdı. Büyük şehrin karmaşasından ürktükleri kadar büyülenen akrabalara, daha yoldayken “Tahmin et bakalım Atatürk’ün atının hangi ayağı havada?” (hiçbiri değildi ve babam tahminleri topladıktan sonra dört ayağın da yere bastığını gösterirken çocuk gibi neşelenirdi), “Kaidedeki askerin hangi kolu havada?” diye bilmecemsi sorular sorarak merakı coşturur, menzile varınca kaideyi çevreleyen kurt kafalarının ne anlama geldiğini anlatır; Mustafa Kemal’in “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini. Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” sözündeki mader kelimesinin anne anlamına geldiğini de örtük bir üstünlük duygusuyla eklerdi. Bir şehri temsil etmesi için seçilen mekâna gayrı resmi de olsa adını veren unsurun politik, kültürel, sınıfsal niteliklerine kafa yorarken, suret çıkarmanın günah sayıldığı dini taassup ve yoksul Ankara halkını ihtişamlı bir abide inşa ettirmek için bağışta bulunmaya sevk eden milli hisler üzerine de düşünerek ilerledim.
Ne zaman Heykel’in sağından, Anafartalar Çarşısı’na sapan zahmetsiz yokuşu tırmanmaya başlasam eski Ankara’dan kalanların bir kısmıyla karşılaşır ve sof ticaretiyle geçinen bu yerleşimin Cumhuriyet öncesi çehresini hayal ederdim. Bu kez hararetli bir restorasyon faaliyetiyle karşılaştım. Zincirli Camii ve yanındaki yapılarda yılların ve iklimin cebrinin yarattığı tahribatla başedilmeye çalışılıyordu. Buna sevindim. Camiler dinî semboller olmakla kalmamalı, mimarî değerleri de görünür olmalıydı, hele Zincirli ve Arslanhane gibi Cumhuriyet öncesi dönemde inşa edilmiş camilerin. Hal’e varınca, çocukluğumda annemle, anneannemle haftada birkaç kez geldiğimiz bu renk, ses ve koku karnavalındaki insan manzarasının son 20-30 yıl içinde ne kadar değiştiğini düşündüm. Müşterilerin orta ve orta üst sınıftan olanları neredeyse şehrin her semtinde açılan AVM’lere dağılmışlardı. Şarküteri ürünleri, baharat, çiçek tohumu, ekmek ve zerzevat satan küçük ama müdavimlerin itimat ettiği esnafın çoğu, yerini zincir marketlere ve çığırtkan, üçkağıtçı satıcılara bırakmıştı. Zeytin almak için girdiğim bir dükkânda birkaç zeytini tadıp beğenmeyince, “Almaya değil bakmaya gelmiş hanfendi” diye söylendi tezgahtar. Tatsız zeytinlere tatsız bir münakaşa da eklenmesin diye duymamış gibi yaptım. Bir balıkçıda olabilecek en lezzetsiz balığı, balıktan anlamayacağıma emin olarak ve yılışık tavırlarla satmaya çalışan bir başkası “Daha ucuzunu bul da al” diye gürledi. Bu tacizkâr esnaf kalabalığına rağmen, uzun zaman sonra Ulus’un otantizmini çoktan keşfetmiş ve AVM müşterisi de olabilecekken yolunu buraya düşürmüş tek tük müşterileri seçebiliyordunuz o dar koridorda.
Bir zamanlar dükkanlarda oturup dinlenerek, esnafla karşılıklı hal-hatır sorarak aheste dolaştığımız Hal’in bir ucundan diğerine hoyratça savrulduktan sonra Çıkrıkçılar Yokuşu’nun yoluna revan oldum. Bu dik yokuşlu çarşı, geçmişte olduğu gibi bugün de kına, nişan, evlilik, sünnet, mevlit, asker uğurlama gibi ritüeller için gerekli olan her şeyin satıldığı bir yer. Geçmişten en önemli farkı ise şehir merkezindeki mağazalara oranla eskisi kadar ucuz olmaması ve buna karşılık şehir merkezinde bulamayacağınız birçok mal ve hizmeti orada bulabilecek olmanız. Şehrin kuzeyine doğru ilerledikçe bir kesimin gündelik hayatta artık ihtiyaç duymadığı, ikamesini kullanmayı tercih ettiği mal ve hizmetlerin hâlâ talep gördüğünü veya ideolojik dönüşümlere paralel olarak kadim gelenek ve adetlerin, bazı sağaltıcı yöntemlerin ve kimi ritüellerin yeniden itibar ve itimat kazandığını fark ediyor veya zaten farkına vardığınız bir dönüşümü gözlerinizle görüyorsunuz. Hacamatçılar, bir kavanoz içinde sülükler, sürmedanlıklarda sürmeler… Soba, kuzine, kıyma makinası, yer sofrası satanlar, kalaycılar, bileyciler, çelik mutfak aletlerini cilalayanlar… Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan inip Sulu Han’a varınca, semtin yerlisi olmadıkları şık kıyafetleri, arkalarında bıraktıkları parfüm kokularından hemen anlaşılan bir grup kadının da kına gecesi, baby shower, doğum günü vb. için kına, kızamık ve nikah şekeri, dekorasyon malzemesi satın aldıkları dükkanlar sıralanıyor. Sulu Han mimarî biçemi ve her yerde bulunamayacak ürünleri sattığı için çoktandır yerli turistin ilgisini çeken bir yer. Han’ın orta yerindeki salaş kafeler bile yoğun ilgi görüyor. Ve birçok ticarethanede olduğu gibi oradaki dükkanlarda ve kafelerde de göçmen işçiler çalışıyor.
Yerli turist demişken, şehrin güneyinden gelen herkesin burada biraz yadırgandığını söylemeliyim. Hele çoktan mezbeleliğe dönmüş, yıkılmaya terk edilmiş yapılara ilgiyle bakıyor, fotoğraf çekiyorsanız. Böyle bir yapının fotoğrafını çekerken orta yaşlı bir kadın, “Çekme çekme! Burası benim babamın malı” diye sesleniyor bana. Yanındaki arkadaşını dirseğiyle dürterek alaycı alaycı gülüyor. Yanlarına gidiyorum ve fiyatlar, şehrin değişimi, hava durumu hakkında sohbet etmeye başlıyoruz. Ne iş yaptığımı soruyorlar. Öğrenince tavırları değişiyor hemen. “Biz cahiliz kızım, sen bakma bize” diyor hemen biri. Farklı olanla kurulan ilişkide bir hiyerarşi yaratmak çok alışıldık fakat tüm iletişim kanallarını tıkayan, önyargılara yol açan bir tavır. Kısa bir sohbetten sonra bana civardaki ucuz ve kaliteli dükkanları, kestirme yolları ve bazı binaların eski sahiplerinin hikayelerini anlatıyorlar. Baştaki iletişim kazasına rağmen günün en keyifli yarım saatini onlarla geçiriyorum.
Onların tarif ettikleri mekanları bulmaya çalışırken bir köşeye çekilip semtin uğultusunu ve devinimini gözlemliyorum bir süre. O devinimin biraz dışında kalınca her şey gözünüze farklı görünüyor. Buralara sık sık gelmeme rağmen ne kadar yabancısı olduğumu düşünüyorum. O sırada yanıma genç bir kadın yaklaşıyor. “Buralarda kuaför var mı? Ama normal bir kuaför. Yabancıyım da, denk geldiklerim bana pek güven vermedi” diyor. Bahsettiği pavyon kuaförleri. Gündüz diskolarında, pavyonlarda, gece kulüplerinde çalışan, seks işçiliği yapanların müşterisi oldukları yerler. “Başınıza bir şey gelmez oralarda, gidin bence” diyorum ama ikna edemiyorum. Bent Deresi’ndeki genelev yıkıldıktan sonra seks işçiliği yapan kadınları daha fazla görüyorsunuz artık o sokaklarda. Bazen müşteriyle pazarlık yapıyorlar bir köşede, bazen de çalışma günleri olmadığı halde rahatsız ediliyorlar. Kendisine tebelleş olan mahut müşterisini tersleyerek kovan ve arkasından okkalı bir küfür savurduktan sonra, “Bir günlüğüne bebemizin anası olalım, bir gün de rahat verin ulan!” diye söylenen bir kadına tesadüf etmişliğim var. Genelev çalışanları güvencesiz, sağlıksız ve riskli bir çalışma düzenine mahkûm edildikten sonra Ulus’u, Rüzgârlı Sokak’ı mesken tuttuklarından, uzunca bir sure Ulus’a yolu düşen kadınlar aç erkek gözlerinin radarına girdiler. Birçok taciz vakası da yaşandı. Şimdi herkes birbirini tanıyor gibi. Fakat ara sokaklarda peşime takılan karanlık bir tipten ve de kötü tecrübelerini duyduğum arkadaşlarımdan yola çıkarak diyebilirim ki, Ulus ve mücavir alanı hâlâ biraz tedirginlik yaratıyor. Bu tedirginliğin en az hissedildiği kesim ise Kale’ye çıkan yokuş. Buradaki orta ve üst sınıfa hitap eden antikacılar ile müzeler ziyaretçi profilini değiştiriyor. Foto safari için gelmiş gençler, yabancı turistler de Kale civarının kalabalığına eklenebilir.
Zincirli Camii bakıma alınmıştı. Peki ya İslamiyet öncesi medeniyetlerin kalıntıları ne durumda? Ulus turumun son durağı Gökçek döneminde kötü restorasyon kurbanı olup âtıl kalan Roma Tiyatrosu ve yanı başına biçimsiz bir çarşının köhne kafesi iliştirilmiş Roma Yolu. Büyükşehir Belediyesi burada da restorasyona başlamış. Bir açık hava müzesine dönüştürüleceği söyleniyor. Nihayet şehrin Cumhuriyet ve Osmanlı dönemi öncesindeki hatırı sayılır kültürel mirasını görünür kılma yolunda bir adım atıldı.
İçim biraz rahat dönüş yoluna geçiyorum. Bindiğim taksinin şoförü ağzı kalabalık biri. Haymanalı bir Kürtmüş. Avuç içi kadar şehirde Çankaya tarafına yabancı. Gideceğim yeri tarif ettiriyor. Demek ki Ulus’tan o yöne pek müşteri almıyor. Uzun yol boyunca, tüm taksiciler gibi güncel siyasetten konuşmak istiyor. Yine mesleğimi soruyor ve kendi “cehaletine” vurgu yapıyor. Bu konudaki itirazımı kabul etmiyor. Fakat müşteri kadın olunca erkek bilmişliğiyle konuşmayı bir monologa dönüştürüyor. Çok demokrat bir insan olduğunu beyan ediyor daha başta. Nefes almadan sürdürdüğü monoloğu, ineceğime yakın “Memleketin hayrına olacak her partiye oy veririm, HDP’ye vermem. Bölücü çünkü onlar, PKK’lı” diyerek bitiriyor.
Eve varınca düşünüyorum: Eski akrabamız ile birçok konuda ortaklaşmışız belli ki çoktandır. Tüketim kültürü söz konusu olunca, biz otantik olana, o modern olana yönelmiş. Mekanlar arası geçişgenlik de artmış. Siyasette de aynı terane. Muktedir marifetiyle empoze edilen derin yarılmanın da etkisiyle, hangi sınıftan, kültürden olursak olalım çoğumuz kalabalıktan uzaklaşmamak, ezberimizden şaşmamak, hizayı bozmamakta direniyoruz.