Siyasal sözün silahlı saldırı altında olduğunu haykırmanın yetersiz kaldığı bir zamanı idrak ediyoruz. Namlunun ucunda söylenmiş, günümüze ulaşmış birçok söz var zira. Bazılarını terennüm edip duruyoruz günlerdir. Ülkemizin bu fırtınalı döneminde savaş ve barış üzerine söz söylemenin gerçek zorluğu, içinde devindiğimiz dilin bizzat kendisidir. Soldan, sağdan herkes bir oyundan bahsediyor; bir masadan, aktörlerden, oyunculardan… Herkes ortada bir oyun görüyor. Cumhurbaşkanı’nın mahdumu Bilal Erdoğan’ı bir uzaktan kumanda merkezinde oynanan oyuna şaşkınlıkla bakarken gösteren bir fotoğraf çıkıyor karşımıza; başka bir fotoğrafta özel bir savaş organizasyonu yöneticisi, irticadan ordudan atılmış tuğgeneralin MİT müsteşarının yanında oturduğu bir oyun masası. Aktörlerin amaçları, oyuncuların hamleleri, masadan kimin kalkacağı, sırası gelince kimin oturacağı konuşuluyor.
SAVAŞ VE 'BİZ' OYUNU
Başbakan Binali Yıldırım, medyaya verdiği talimatlarla basında hiçbir habere güvenmememiz gerektiğini bildiriyor. Bizler gibi sıradan insanların olup bitenler hakkında devletin söylediğinden fazlasına ihtiyacı olmadığını doğrudan deklare etmiş oluyor. Cumhurbaşkanı, fazlasını talep ederseniz oyundan atılacağımızı, boynumuza asılacak güvenlik güçlerini işaret ederek açıkça dile getiriyor. Bir radyocu odalarımıza giren, mahrem sınırlarımızı ihlal eden sesiyle devletin verdiğinden fazlasını talep edene vur emri çıkartıyor. Oyunun dehşetli kurallarını hatırlatıveriyor. Her savaşın bir sınır ihlali olduğunu ve her barışın bir sınır tesisi olduğunu klasik anlatılardan biliyoruz. Fakat bütün sınırlarımızı ihlal eden bu oyunun içinde debelenmekten başka ne yapabiliriz? Savaş oyunun teorisini mi? Yoksa barış oyununkini mi?
Suriye’nin sınırları nerde bitiyordu gerçekten, nereye çekildi sonra, Türkiye’nin güvenliğinin sınırına mı? Orada yaşayan kadim halk kimdi, sınırın Türkiye tarafının akrabaları değil miydi? Filmler oynamamış mıydı sinemalarda bu akrabalıkları anlatan? Bayramlık da olsa esnetilmiyor muydu sınırlar? Ya Rusya’nın, ABD’nin sınırları? Hangi güçlü oyuncuyla birlikte hareket edilirse emperyalistin piyonu, hangisiyle hareket edilirse yerli ve milli oyuncu olunur? Her gün bataklık demekten utanmadığımız bir coğrafyanın vatanseverleri, vatan hainleri kimdi? Vatanları neresiydi? Farklı farklı renklere boyanmış bir haritada oradan oraya ok işaretleriyle ilerleyen aktörlere göre değişen, sıvılaşmış bir vatanın harap şehirlerinde oynanan bir katliam oyununda hangi rolü oynuyoruz? Daha da önemlisi bu dışına çıkmanın ölümle eş değer olduğu ‘biz’ oyunu ile nasıl baş edilir? Ensar’la, İsmailağa’yla cihatçı çetelerle, devleti temellük etmekle suçladıkları “lider”le muhaliflerini, laik CHP’yi ‘biz’ oyununa katan nedir?
SINIRLARI DÜŞÜNMEK
İçinden çıkılmaz bu “oyun”dan bir anlığına uzaklaşıp klasik savaş ve barış anlatısına, sınırlara dönüp bakmamız, üzerinde durmamız bir yol açar belki de. Çağımızın iki anlamda da yaşayan düşünürlerinden Balibar’ın işaret ettiği bir yol bu. Her savaşın bir sınır ihlali olduğunu söylemiştim. Genişletilmiş bir savaş düşünüldüğünde de böyledir bu. Sınıf savaşı da cinsler arası savaş da bu ihlaller üzerine kurulur. Barış da elbette, her koşulda sınırların yeni bir düzenlemesine dayanır. Balibar’ın hem ‘biz’ oyunundan hem de ‘dışarıdaki hainler’ oyunundan çıkmamıza ilişkin önerisi basit bir olgusal gerçeklik ile başlar.
Sınırlar, kurumlardır. Tarihsel olarak kurulurlar. On beşinci yüzyılda papa tarafından çizilen hat ya da soğuk savaş sırasında iki emperyal güç tarafından çizilen hat dünyanın sınırlarını belirlemiş, onu bireylere kadar indirgemiştir. Bu basit olgusal gerçeklik, klasik çağın sınırlı savaşlarının da çağımızın dehşetli topyekün savaşlarının taşıyıcı örgütü olan ulus devlet sınırlarının tarihsel kurgusu bağlamında ‘biz’in sınırlarının da üst belirleyeni olarak ortaya çıkar. Yurttaşlar bakımından en uçta yer alan bu sınır, içerideki bütün kurumsal sınırlar değişse de değişmeden kalır ve son kertede, içerideki politik yapıyı belirler, indirger. Bu indirgeme bir patron ve bir işçi için; bir kadın ve bir erkek için farklı farklı, gevşek ve ezici sınırlar çizer.
İçeride sınırlarını belli oranda demokratikleştirmiş devletler için dahi en uçtaki sınıra toslandığında her şey bir anda değişiverir. Çünkü der Balibar, “…hiç değilse ilke düzeyinde, tüm diğer kurumlar dönüştürülürken, sınırlar sabit istikrarlı kalabilir olmalıdır; kendileri hiçbir denetime tabi olmaksızın yurttaşların davranış ve faaliyetlerini denetleme imkanını devlete vermeleri gerekir. Kısaca onlar, en demokratik devletlerde bile, yurttaş statüsünün bir tebaa durumuna dönüştüğü, politik katılımın yerini polis normuna bıraktığı noktadadırlar. Demokratik kurumların mutlak biçimde demokratik olmayan ya da keyfi koşuludurlar. Ve çoğu kez bu sıfatla kabul edilmiş, kutsanmış ve içselleşmişlerdir.” (1)
Uzatmadan söyleyeyim, sınırlarımızdaki ölüm oyununun varoluşsal sınırlarımızı çıplak kalana kadar ihlal eden dilinden bakıldığında bir uzak ihtimali düşünmemizi öneriyor Balibar. Yeni bir barışı tesis edecek biçimde sınırları geçişkenleştirmeyi, uçtaki sınırları demokratikleştirmeyi. İlke düzeyinde en güçlü biçimde sarılmamız gereken emperyalist savaşlara karşı duruşu içeriklendirmeyi, milliyetçilikten arındırmayı. ‘Biz’i demokratikleştirmeyi, geçişkenleştirmeyi…
*Uzak İhtimal, ne güzel bir filmdir.
(1) Özellikle iki eseri öneririm. Etienne Balibar, “What is a Border”, Politics and Other Scene, Verso, 2002 ve Biz Avrupa Halkı, çev. Kutlu Tunca, Aralık Yayınları, 2008.