Marksist tarihçi Eric Hobsbawm, 19. yüzyılı “uzun 19. yüzyıl” olarak adlandırır. Ünlü tarihçiye göre özellikle Avrupa tarihi açısından bütüncül bir biçimde ele alınabilecek bu dönem, 1789 Fransız Devrimi ile başlayıp 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla biter. Bu dönemleştirmeden ilhamla, Gezi Direnişi’nin, bir isyan anı olarak haftalar (devam eden forumları da eklersek aylar) içinde sönümlenmiş olsa bile, politik etkisinin hâkim olduğu bir on yıl yaşamış olduğumuzu öne süreceğim. Bu politik etki kendisini bir (sol) popülizm olarak -belki bir “sol popülizm olasılığı olarak” demeli- gösterdi. Ve “uzun Gezi” diye adlandırmanın uygun olacağını düşündüğüm bu popülist momentin 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri itibarıyla sona erdiğini düşünüyorum. Bu yazıda, 31 Mart Yerel Seçimlerine giderken, söz konusu popülist momentin ürettiklerine ve çözülüşüne kısaca değindikten sonra, aynı bağlamdan beslenen fakat belli özgüllükleri olan kentsel siyaset alanına odaklanacağım.
UZUN GEZİ’NİN POPÜLİST MOMENTİ
En kaba tanımıyla popülizm, sınıfsal çelişkileri görmezden gelen bir kitle tahayyülüdür. Bu anlamda siyasal bir içeriğe değil bir stratejiye tekabül ettiğini söylemek mümkün. Bu tahayyülden beslenen -ve onu besleyen- tipik popülizmler ise çelişkiyi içeride değil dışarıda kurar (biz ve ötekiler); öteki içeride tarif edildiğinde bile tam da bu tarifle biz’in dışına düşmüş olur. Son olarak da popülist siyasetler, siyasal erki genellikle demokrasiye duyulan şüphe çerçevesinde otoriter bir figüre tahvil eder. Sol bir popülizmden söz etmek ise, çeşitli anlamlara gelebilir; benzer stratejiler demokrasinin geliştirilmesi veya sınıf siyasetinin köklenmesi için seferber edilebilir.(1)
Gezi’nin siyaset alanına en derin etkisi, AKP iktidarının o güne kadar dayandığı ve meşruiyetinin kaynağı olarak gösterdiği çoğunlukçuluğun yerle bir olmasıydı. Gezi, AKP’nin politikalarına itirazı olan kitlenin öyle küçümsenecek bir “azgın azınlık” veya “bir grup çapulcu” olmadığını gösterdi -hem AKP’ye, hem de toplumsal muhalefetin kendisine. AKP’nin bundan sonra tutturacağı yol, demokratik meşruiyetini genişletmek değil, tersine, otoriterleşmek yönünde oldu. Toplumsal muhalefet açısından ise farklılıkları koruyarak bir arada olmanın imkânıydı Gezi.
Dahası, kurumsal siyaset bile -en dar biçimde de olsa- bu imkânı kullanmaya heves etti. Bu çerçevede sağcı partilerin, daha sonra Cumhur İttifakı adını alacak olan sağ bloka muhalefet etmeye cüret göstermeleri, Gezi’nin bir sonucu olarak düşünülmeli. Keza -ana akım milliyetçiliğin içinde mevcut sosyolojik farklılaşmaların üzerine bina olunan- İYİP gibi bir partinin kurulmuş olması da. CHP için bu imkân, zaten -pek de verim almadan- sürdürmekte olduğu sağa meyledip sağdan oy alma stratejisinin revizyonu biçiminde, sağcılarla birlikte muhalefet bloğu oluştururken Kürt oylarını da yedekleme şansı olarak yorumlandı. Ne olursa olsun, 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin yenilgiye uğratılması, doğrudan Gezi’nin bir sunucu olarak okunmalı; somut bir programın başarısı değil ama Gezi’de deneylenmiş olan, toplumsal tabanda yüzeye çıkan, parti kimliklerinin ötesinde bir araya gelme eğiliminin sonucu.
Kurumsal siyaset çerçevesinde de olsa, Gezi’den ve onun ürettiği popülist momentten dikkate değer sonuç çıkaran, sol popülist stratejiler geliştiren ve sonuç alan iki yapı ise, Burak Çetiner’in geçtiğimiz günlerde Praksis Güncel’de yayınlanan yazısında işaret ettiği gibi, HDP ve TİP oldu. Gezi’yi BDP kimliğiyle karşılayan Kürt hareketinin HDP projesi, kabaca “Türkiyelileşme” olarak tanımlanan, farklı siyasal özne pozisyonlarının birlikteliği projesiydi. TİP ise (Tanıl Bora’nın ifadesiyle “III. TİP”) bir başka sol popülist stratejiyi temsil ediyor. Özellikle önceki dönemde Meclis kürsüsünü etkin kullanan TİP’in, sol sözü kitlelerle buluşturarak siyasetin merkezini (CHP diye okunabilir) sola çekmeye çalışan bir yaklaşımı oldu. Benzer bir yaklaşımı yerel seçimlere dönük adaylaşma stratejisinde de görmek mümkün.
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri işte bu popülist momentin, ya da uzun Gezi’nin sonunu temsil ediyor. Merkez partiler açısından seçimin yenilgiyle sonuçlanması yanında Gezi’den ders çıkarma konusunda da sınıfta kaldıklarının tesciliydi Cumhurbaşkanlığı seçimi. İslami tandanslı olanlar CHP ile birlikte propaganda faaliyeti bile yürütemediler, meclisteki sandalyelerini alıp çekildiler kenara. İYİP kendini tasfiye etme yoluna girdi, toplumsal muhalefetin umudunu bağladığı CHP ise Zafer Partisi pazarlığı ile bu umudun köküne kibrit suyu döktü. Öte yanda HDP parantezi kapandı, DEM Kürdî bir çizgiye yönelmiş görünüyor. Tüm partiler yerel seçimler sonrası için pozisyon alıyor; bu da yerel seçimleri genel seçimler döngüsünün bir uğrağı olarak görme eğilimini güçlendiriyor.
ÖZGÜL BİR ALAN OLARAK KENTSEL SİYASET
Daha önceki bir yazımda, yukarıda değindiğim ve 2019 yerel seçimlerinin sonuçlarında etkili olan dinamiği “kendiliğinden popülizm” olarak tanımlamıştım. Özellikle İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye başkanlıklarını (ama meclislerinin kontrolünü değil) uzun bir aradan sonra CHP’ye teslim eden bu kendiliğinden popülizm, göreve gelen başkanların hemen hepsince de benimsendi. Tabanda oluşan birliktelik ve partiler arası ittifaklar sonucu iktidara gelen başkanlar, kendi “tabanları” olarak görecekleri sabit seçmen kitlesinin yokluğunda ve çoğu yerde muhalefet kontrolündeki belediye meclislerinin sıkı denetimi altında bu popülist momenti sahiplendi. İlk uygulamaları da bu popülist çerçeveye uygun biçimde AKP’den devralınan yardım siyasetini hak eksenli bir biçime kavuşturarak yaygınlaştırmak ve AKP-MHP bloğunun merkezi hükümet ve/ya belediye meclisleri eliyle icraatlarını engelleme girişimlerini halka şikâyet etmek oldu.
Üstelik, bu dönemde etkisi giderek derinleşen ekonomik krize ek olarak iki beklenmedik olay daha belediye başkanlarının popülist stratejilerini besledi: Pandemi ve deprem. Pandemi sürecinde belediyelerin yardım faaliyetleri yer yer kentsel ölçekli dayanışma ağları niteliği kazandı. Deprem ise, popülist başkanlara dayanışmacılık siyasetini kentlerinin ötesine taşıyarak ulusal ölçekte siyasallaştırma imkânı sundu. Kısaca söylemek gerekirse, 2019-23 dönemi, kendiliğinden popülizmin bir sol popülist programa evrilmesi olasılığının heba edildiği, tersine, kendiliğinden popülizmin rüzgarıyla şişirilen yelkenlerle, dümensiz biçimde yol alınan bir dönem oldu.
Derinleşen ekonomik kriz koşulları seçim sonuçlarını muhalefet lehine etkilese bile, bunu popülist momentin sürdüğü veya dümensiz popülist siyasetin başarılı olduğu şeklinde yorumlamak yanıltıcı olacaktır. Her koşulda, uzun Gezi’nin sona erdiğini akılda tutarak, fakat popülizmin sağlamış olduğu imkânları da kullanarak, sol popülist bir kentsel siyasal programın oluşturulması, ne ölçekte olursa olsun, bunu dert edecek belediye yönetimlerinin gündemi olmalı.
Burada, Manuel Castells’in -belki kendisinin bile unutmuş olduğu- kentsel siyasetin özgüllüğüne dair uyarısını hatırlamak yerinde olabilir. Castells’e göre kentsel siyasette radikal bir dönüşüme yol açabilecek bir siyasal hareketin (onun kavramlaştırmasıyla “kentsel toplumsal hareket”) kenti, kentliyi ve kentsel iktidar ilişkilerini dönüştürmesi, ya da en azından bunu hedeflemesi gerekir. Eğer böylesi hareketlerin özerk bilinci yoksa -yani ulusal siyasetin yereldeki uzantılarından ibaretse- bunlar siyasetin “kentsel gölgeleri” olmaktan öteye gidemezler.(2)
Bu uyarıyı akılda tutarak 31 Mart yerel seçimlerine bakacak olursak, kritik olanın kentsel siyasetin özgül çerçevesine uygun taleplere yaslanan bir siyasal program oluşturulmasıdır. Detaylı bir tartışma için yerim yok ancak böylesi bir sol popülist programın öncelikli gündem maddelerini kısaca sıralamak önemli:
- Her şeyden önce belediye yapılarının karar alma süreçlerinin şeffaf ve demokratik hale getirilmesi, belediyelerin mahalle ölçeğine inecek katılımcı mekanizmalarla organik bir ilişkiye kavuşturulması gerekiyor.
- İkinci olarak, bugün kentsel siyasetin beslendiği (ve bir yandan da onu çürüten) kentsel mekânsal rant rejiminin düzenlenmesi şart. Mekân üretiminden doğan rantların kontrolü, denetimi ve kamu yararına kullanımı kritik önemde.
- Üçüncü olarak kentsel rantların mekân üretimi ile sınırlı olmadığına işaret etmek gerekiyor. Kolektif tüketim konusu olan kentsel hizmetlerden doğan rantlar da yerel yönetimlerce denetlenmeli. Dahası, belediyelerin bu alanlarda üretici bir kimliğe kavuşmaları gerekiyor. Bugün barınma sorununun bu çerçevede, yani bir rant konusu olarak değil, bir hizmet olarak ele alınması elzem. Belediyelerin barınma alanında üretici rol üstlenmeleri hem mümkün hem de bu acil bir ihtiyaç.
- Son olarak, toplumsal ve kültürel özgürleşimin mekânı olan kamusal mekânların inşası, canlandırılması ve kullanımlarının özendirilmesi, mikro ölçekte siyasallaşmanın (bir başka ifadeyle siyasal özneleşmenin) önemli bir aracı olarak görülmeli.
NOTLAR:
(1) Sol popülizm konusunda önemli bir kuramsal referans için bkz. Chantal Mouffe, Sol Popülizm, İletişim Yayınları, 2019.
(2) Yanlış bilmiyorsam kitabın Türkçe çevirisi yapılmadı, bu yüzden İngilizce versiyonunun künyesini veriyorum: Manuel Castells, The City and the Grassroots: A Cross-Cultural Theory of Urban Social Movements, University of California Press, 1984.