Vanderbilt, sadece küstahlığı, acımasızlığı, bencilliği, ihtirası nedeniyle değil, hayat görüşü ve bunca yıl sonra hâlâ hatırlanan çeşitli vecizeleriyle de ülkemizde kudret sahiplerine örnek olabilecek bir kimse. Kızdığı birine, “Seni dava etmeyeceğim,” demiş meselâ, “adalet işini pek yavaş görüyor. Seni mahvedeceğim!”
Babası sayesinde ekonomik ve siyasî, evlendiği kadının babası
sayesinde siyasî ve ekonomik güce kavuşmuş bir zat, en azından
görünüşte hukuk kurumu sayması gereken Danıştay’ın kararını
-devletin silahlı güçlerine emir verebilen kudret sahipleri olarak-
takmayacaklarını duyurdu. Bunu, karar üzerine derhal, hiç
sakınmadan çekinmeden, "lank" diye yapabildi. Kabaca, “takmayız,
güç bizim elimizde” demeye getirdi.
Kudret sahipliğini, damarlarda dolaşan kan gibi, sinir
sisteminin bütününü yöneten bir ilk büyük uyarı gibi içlerine alan,
kalp gibi, mide gibi hayatî organ, kol-bacak gibi hayatî uzuv
haline getiren, zamanla, bundan meydana gelen bir bünye imal eden
kimseler, tragedya kahramanları olmaya elverişlidirler. Hele bu
kudretin kaybolması ihtimaliyle yüzyüze kaldıkları zamanlarda.
Bünyelerinin boş, bomboş kalacağından, kollarının kalkmayacağından,
bacaklarının kıpırdamayacağından, her sabah tazelemedikçe hayat
bulamadıkları tatmin ve üstünlük duygusunun yerinde esen yeller
yüzünden üşümekten öyle korkarlar ki, bu defa kudret yerine korku
alır damarlarında dolaşan kanın yerini. Sinir sistemine korku
hükmeder. Bu yüzden tragedyalar için pek elverişlidirler. Henüz bu
aşamadan uzaktayken ise, başkalarının trajedilerinin
müsebbipleridirler.
Cumhurbaşkanının damadı, cumhurbaşkanının günlük işlerini
yürüten hükümette bakan, halen Türkiye Cumuhuriyeti devletini
yöneten üç-beş kişiden biri olduğunu anladığımız şahıs, “güç bizde,
takmayız” duyurusunu açık açık yaptı ve -bu haliyle bile- devlet
yönetiminde artık -bu haliyle bile- "hukuk kurumu" diye bir şeyin
varlığına hem gerek kalmadığını hem tahammül edilmeyeceğini ortaya
koydu. Bağımsız hukuk kurumu da değil; adı hukuk kurumu olan ve bu
rolü oynaması, oynadığının da az buçuk inandırıcı olması beklenen
herhangi bir müessese.
“Takmayız”ın resmen, alenen ilan edilmesi iyidir, diye
düşünebilirsiniz. Değil. Bazı suçların sessizce, gizlice
işlenebiliyor olması bile henüz en kötüye varılmadığını gösterir.
“Yaparım lan, sana ne!” denebiliyorsa vaziyet farklıdır.
(Yönetenlerin siyasetinin ulaştığı bu psikolojik-patolojik aşamaya
dair Kemal Can’ın GazeteDuvar’daki yazısını
okumanızı tavsiye ederim: “Yapıyorum; çünkü
yapabiliyorum”
ÖĞRENİLEN "BAŞKA ŞEYLER"
Daron Acemoğlu ile James A. Robinson, -insanda bilgiye hayranlık
ve doğru kullanılmış bilginin değerini kutsama arzusu yaratan-
büyük eserleri Ulusların Düşüşü’nde, 19. yüzyıl
ortalarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nde ekonomik
gücün giderek daha az elde toplanmasının nasıl hukuk ve adaletin
karşısına dikilen engel haline geldiğini anlatırlar: “(…) küçük bir
azınlık büyük servete kavuştu. Ekonomik başarılarından cesaret alan
bu adamlar ve şirketleri giderek ahlâkı hiçe sayar hale geldiler.
Tekellerini birleştirmeyi ve tüm potansiyel rakipleri piyasa
dışında tutmayı ya da eşit şartlarda iş yapmalarını engellemeyi
hedefleyen çıkarcı iş yöntemleri yüzünden ‘Hırsız Baronlar’ olarak
anılmaya başladılar. En kötü şöhretlilerinden biri meşhur, ‘Hukuku
ne diye umursayacakmışım? Gücüm yok mu?’ sözlerinin sahibi
Cornelius Vanderbilt’di” (Doğan Kitap, 15. baskı, İstanbul 2016, s.
309).
Vanderbilt, sadece küstahlığı, acımasızlığı, bencilliği,
ihtirası nedeniyle değil, hayat görüşü ve bunca yıl sonra hâlâ
hatırlanan çeşitli vecizeleriyle de ülkemizde kudret sahiplerine
örnek olabilecek bir kimse. Kızdığı birine, “Seni dava
etmeyeceğim,” demiş meselâ, “adalet işini pek yavaş görüyor. Seni
mahvedeceğim!” Bu kadarı sizi ikna etmediyse, yalnız on bir yaşına
kadar “okumuş” fakat ABD’nin gelmiş geçmiş en zengin adamlarından
biri olmayı başarmış şahsın şu sözünü işittikten sonra hiç
itirazınız ve şüpheniz kalmayacak, eminim: “Eğitim alsaydım başka
şeyler öğrenmeye vaktim kalmazdı.”
Cornelius Vanderbilt
Vanderbilt’in “Komodor” (amiral) lâkabıyla anılmak istendiğini,
onun servet ve iktidarından çimlenenlerin ve “müteşebbisliğine”
hayran olup ardından yazıp çizenlerin hep bu lâkabı zikrettiklerini
ama sağlığında pek kimsenin ona böyle hitap etmediğini bilmek de
iyi olur; zât-ı muhterem hiç askerlik yapmamışken. Kudret sahipleri
kudret içeren lâkapsız edemezler. Yalnız, 1840’larda yüz kadar
buharlı geminin sahibi olduğunu sanırım eklemem lazım.
Vanderbilt, alt sınıftan yükselen, üst sınıflara ait lüksler
saydığı her türlü kuralı ilk fırsatta üzerinden atlanacak engeller
olarak gören, “oyunun kuralı”, “fair play” falan tanımayan,
“ticarette dostluk olmaz” diyen, yetmiş dört yaşındayken, eşi ölüp
de kuzeniyle evlenene ve kadın onu ikna edene kadar beş kuruşluk
hayır işi yapmamış bulunan, tragedya kahramanı olmak için fazla tek
renk, dümdüz, küt bir adamdı. “Güç bende değil mi, hukuku niye
umursayayım?” sözü üstüne tıpatıp uyuyordu.
Kudret sarhoşluğundan korku krizlerine yuvarlanmaları hiç uzak
ihtimal olmayan günümüz tragedya kahramanlarının ise böyle sözler
ederken daha dikkatli olmaları beklenir. Belli mi olur, bakarsınız
günün birinde dindarların bir kısmı uyanıverir, “ulan bunlar dindi
imandı diye bizi yiyor, sırtımızdan besleniyor, bizi de zulme ortak
ediyor” der. Tarih boyunca kimbilir kaç defa, beklenmedik insanlar,
bir gün öncesinde kimsenin aklından geçmeyecek işler yapmışlar.
Unutmayalım, yalana riyaya kapılmış gidenlerin onda biri uyansa her
şey altüst olacak ki, kıpırdanma başladı.
Hukuka bir daha asla ihtiyaç duyulmayacağını sanmak,
haksız-hukuksuz iktidar yürütenlerin ortak yanılsamasıdır. Onun da
çok örneği var.
Belki de sorun ekonomik-siyasî kudret sahipliğinin sonradan olma
psikolojik temellerine değil, mikro âlemdeki dinamiklere, aile
yapısına, ergenlik dönemine dayanıyor. Yani yine de tragedya
malzemesi çıkabilir. Bilemedim şimdi.