İstanbul ve Ankara'da izlenen pek çok kişisel, karma ve tematik ya da küratöryel çıkışlı sergi, günümüzde yaşanan zaman - mekân ve birey gerilimini birbirinden bağımsız bir bereketle tartışıyor. Ve bu sergiler bitecek gibi değil.
Şu günlerde, Türkiye sınırları dahilinde peş peşe izlenen kişisel, tematik veya küratöryel grup sergilerinde, tuhaf bir içgüdüsel talep ve tesadüf bilinci olduğu fikrine kapıldım. Bu sergilerde, bireyin içinde bulunduğu zaman ve mekâna dair varoluşçu yabancılaşma durumu ve onu yeniden anlamlandırarak bir bakıma tekrar elde etme talebi, alenen müzakereye açılıyor(du) dense, yeri.
Temelinde, bireysel ve kamusal 'mülkiyet' ve hak duygusunun da estetik bir disiplin altında karşı karşıya geldiği bu duyguya, ilk olarak, İstanbul Şişhane'deki yeni yerine taşınan Öktem & Aykut sanat galerisinde rastladım. Akademisyen, yazar, ressam ve heykeltıraş Sinan Logie'nin, 3 Mart'ta sonlanan 'Temel Parçacıklar' sergisi, galerinin tabiri ile 'hem mimarî ve hem de sanata, ontolojik bir sorgulama ile yaklaşıyor'du. Aynı zamanda, İletişim Yayınları etiketiyle son ayların çok aranan ve okunan mimarlık ve sosyoloji çıkışlı araştırma ve doküman - kitabı 'İstanbul 2023'ü, Yoann Morvan ile yazan kaykay meraklısı Logie'nin, 'çirkin' ve 'ham', 'tamamlanmamış' ve 'ne içeride, ne dışarıda' heykel ve resim/baskı/desenleri, İstanbul'un, (ama aynı zamanda küreselleşmeye gönül vermiş her üçüncü dünya kentinin) kavram ve pratiği 'piç' gibi ortada bıraktığı 'aktüel' mimarî ve kültürel 'naylon' kimliğine, dobra ve dramatik bir yansıtma gayretindeydi.
Logie bununla da kalmıyordu. Sanatçı, yine Beyoğlu sınırlarındaki Çukurcuma'da, 20 numaralı yapıda yer alan REM Artspace'de, Tuna Üner, Merve İşeri, Mert Yavaşça, Sercan Apaydın ve Kerim Yetkin eşliğinde, 'Ritim Analiz' sergisine değen ABD/NY uzantılı bir kolaj serisini, 11 Mart'a değin sanatseverlere sundu.
Burada örneğin, Merve İşeri, 'Variables in Potentiality' adlı soyut çalışmasını, Mert Yavaşça 'Noumenon' serisinden yine soyut bir yapıtını, Tuna Üner ise, beyazın körlemesine hakim olduğu, dokusuyla dokunaklı bir diğer soyut eserini izleyiciyle paylaştı. Yine, serginin basın metnine baktığımızda, etkinlik, 'farklı soyut resimsel anlatım biçimlerinin varolan mekân ile kurgusal mekânlar arasındaki ritimsel analizin ifadesi' olma gayretinde idi.
Henri Lefebvre’in felsefî kavram olarak ele aldığı 'ritim' tanımı ile mekân ve zaman ilişkisi üzerine ortaya çıkan görsel ilişki ağının tanımı niteliğindeydi, 'Ritimanaliz'. Tekrar ve kopyala - yapıştır pahasına, her kelimesi özenle seçilmiş tarifiyle sergi, şöyle duyuruyordu kendini, kamusal alana:
"Merve İşeri’nin resimdeki mekan içerisindeki resimsel geometrik kıvrım, Sinan Logie’nin fotoğraf kolajlarıyla oluşturduğu resimsel geometriye simetrik bir yansıma yaratarak dingin bir ritmin varlığını hissettiriyor. Mert Yavaşca’nın bellek ve mekânın dönüştürdüklerinin mekândaki değişken ritmi, Sercan Apaydın ve Tuna Üner’in resimlerindeki ışık çarpışması ile sonsuzluk ritminin sesi oluyor. Kerim Yetkin’in organik formlarının yarattığı gölgeler, mekândaki titreşimsel sesin ritmin niteliği taşıyor."
REM Artspace'deki Ritimanaliz sergisinin en sevdiğim yanı, tüm yapıtların birbirinden son derece başka zaman ve uzamlara göz ve söz diktikleri halde, ürettikleri eşgüdümlülük, plastik çokseslilik oldu. Altı kişilik bir caz orkestrasının kopkoyu Avangart bir 'session' / hediyesi gibi bir şey oldu, yapıtların aynı anda bağımsız da kalabildiği bu sergi. Çıkışta İstanbul'un hepimize vadettiği gerçeküstü sosyal ve mimarî doku(suzluk) için önemli bir farkındalık panzehiri de denebilirdi, buradaki empatik buluşmaya.
Zaman, mekân ve bireyin doğurduğu bu eleştirel ve etik farkındalık arayışının bir diğer örneğine ise, (ne tesadüftür ki sürekli kentsel / siyasal ve rantsal dönüşüme maruz bırakılan) yine Beyoğlu sınırlarında kalan, Gazeteci Erol Dernek Sokak üzerindeki Hanif Han'da bulunan Versus Art Project'te 24 Mart'a değin açık kalan Atopos Project'te şahit olmak mümkün oldu.
Sergi, eserleriyle İrfan Önürmen, Nejat Satı, Yiğit Koç, İsmet Doğan, Alper T. İnce, Can - D & Chew Z, Mehmet Çeper, (mimar ve küratör) Nevzat Sayın, Yusuf Murat Şen, Nalân Yırtmaç, Ezgi Yakın, Sercan Apaydın, Deniz M.Örnek ve İsmet Doğan'ın yanı sıra, Zeynep Beler'i, Rafet Arslan'ın küratörlüğü ile bir araya getirdi. Bu etkinlik de, estetik ve üslûpsal çeşitliliğini unutmamak kaydıyla söylersek, ‘Değersiz mekânlar, yok-yerler ve tekinsiz uzamlar üzerine bir sergi’ olarak kamuoyuna sunulmuştu.
Yine Arslan'ın sözcülüğüyle konuşursak, "Atopos Project; modern metropolün içinde biriken varoş alanlarda üreyen tekinsiz uzamların, işlevsiz ve değersiz mekânların ve ‘yok yer’lerin izleğinde başka bir şehir, başka bir yaşamın olasılıklarını da içine alan düşünsel ve imgesel bir soruşturmanın kapısını çalmak için yola çıkıyor"du. Birbirine buruk selamlar veren, çok sayıda moralsiz imgeydi, yerleştirme ve kolajdı karşımızdaki.
Alper İnce'nin büyükşehir silueti, İrfan Önürmen'in bir nevî yersizyurtsuzluk 'TOKİ'si modeli sunduğu yerleştirme ve figüratif öteki heykel / suretleri, Nevzat Sayın'ın kabristana komşu metruk pencereleri, Nejat Satı'nın sözde dijital ama sonu nereye, hangi çağa gideceği meçhul basit, organik, hatta bürokratik ve asfalttan başka seçeneği kalmamış köy perspektifi, İsmet Doğan'ın kurumuş çiçekleri günümüzün işlevsiz atlaslarıyla hemzeminde buluşturduğu devasa, acı güzellikte melankolik çığlıkları, Ezgi Yakın'ın kent hayatını tüm hayal meyalliğine rağmen, insanca, suluboyanın geri dönüşsüzlüğü ve sabrıyla ölümsüzleştirme çabaları, Nalân Yırtmaç'ın imgelerin bizatihi kendisini birer yap boz maharetiyle kullanmak suretiyle bambaşka anlatı ve duygulara sözcü kıldığı kolajları ya da Zeynep Beler'in, zaten organik bir anarşik - kaotik bir hazır kolaj halini almış şehirden bize getirdiği iki sır adışı imgesi, hep bu serginin belleğimizde bıraktığı dalgın, manyetik suretler arasında geliyordu.
Hal böyle iken, sanat ortamımızda, aynı coğrafyada denilebilecek bir diğer sergi ise, 10 Mart'a değin, bizlere 'Umutsuz Boşluk'un gizemini birlikte düşünme ve anlama davetiyesi çıkarıyordu. Tophane'ye taşınan Sanatorium, eserleriyle Mehmet Dere, Nezaket Ekici, Yunus Emre Erdoğan ve İsmail Şimşek'i bir araya getirdi ve bu serginin en önemli aktörü, bir bakıma boşluğun, mekân(sız)lığın ta kendisi idi. İmgeye, estetik nesneye nefes aldırmayı başaran nadir sergi projelerinden biri olan Umutsuz Boşluk'ta Ekici, 2007 tarihli performansı 'Kör'ün videosu ile yer buldu.
Ekici'nin bu videosu, bireyin mekânla kurduğu (veya onda kısıldığı) aidiyet ve mülkiyet / özerklik ilişkisini, elbette kadınca bir refleksle sorguladığı bir doküman halini almıştı. Yine, desen serileriyle son derece kendine özgü bir plastik lehçe oluşturma yönünde sağlam adımlar atan Yunus Emre Erdoğan, 'Yarı Açık' isimli, 'Otomatik Soyut' seriye ait 'İsimsiz', kâğıt üzerine grafit üç adet desenini bizimle paylaştı. Yunus Emre Erdoğan'ın çalışmasında, imgenin, kendisini var edenden dahi nasıl kaçarak kendi kendine ait olabilirliği, zamanın sınayan kâğıt soğukluğunda sorgulanıyor gibiydi. Erdoğan bununla da kalmayıp, imgenin belleğini 'Afrikalı' bir diğer imge ile de sınama yolunu seçmişti. Kültürel, plastik 'iz'in zaman ve mekâna yaptığı etkiyi ölçer diğer iki iş ise, galeri mekânına yaptığı müdahale ile İsmail Şimşek ve sevgili Joseph Kosuth'a adeta selam verir ironisiyle Mehmet Dere'den geldi.
Üstelik, İstanbul'da, zaman, mekân ve birey arasındaki bu bereketli gerilimin mevzubahis edildiği tartışmacı sergiler art arda açılmaya devam ediyor. Tıpkı, 31 Mart'a değin görülebilecek, Milli Reasürans Sanat Galerisi çıkışlı Altan Çelem sergisi 'Günlük II' veya Selim Birsel'in, RiverRun'daki Bunker sergileri ekseninde izlenecek, 'Bahçe Bakım Sanatı' gibi...
Burada bir parantez açmak istiyorum: Bunlar olurken, Ankara'daki Cer Modern Hub'da henüz sona ermiş Şahin Demir imzalı 'Dokudan' sergisinde de, benzer bir yabancılaşma yakalıyordu beni. Bir yıl önce de, yapıtları İstanbul Galeri Soyut'ta izlenmiş 1987 doğumlu Demir'in boz paletli, rastlantıya kendini emanet etmiş yarı figüratif imgelerine, engin, ama kuru, kuşkulu ve mesafeli iklimler refakat ediyordu.
Bu resimlere baktıkça, buradaki 'uzam'ı aslen çehrelerin / suretlerin doğurmaya çalıştığının ayırdına varıyorum. Boşluktan kendini yırtarak, bir yerlere, birilerine, kendi taraflarından buraya akseden biz 'öteki'lere bakarak, kendi varlık alanlarını biz izleyiciler üzerinden inşa etmeye çalışan, kâh sırtlanların, kâh kuzgunların dostluğunu yüklenmiş 'ölümlü', dişil imgelerdi bunlar. Bizimle göz teması kurdukça, tamamlanarak belirginleşiyorlardı. Tıpkı, kentin bize, bizim de kente yaşattığımız veya mahrum bıraktığımız gibi.
Aynı mekân ve zaman içinde bu kadar insan, bu kadar yarıda bırakılmışlıktan mustarip ve aynı seviyede de bunun farkında olarak sesini çıkarıyorsa, umutsuzluğa kapılmak için hiçbir neden göremiyorum. İzlediğim sergilerin hemen tümü, bir nevî organik / ekolojik şantiye gürültüsüyle, denetlenemez, 'uygarlaştırılamaz' yepyeni, birbirinden farklı, bağımsız yapı ve ilişkilerin art arda müjdesini veriyordu çünkü.
Not: Bu arada ilgilenenler için, 9 Mart Cuma akşamı 18.00'de Atopos Art Project üzerine bir konuşma yapılacak.