Varlık ve hiçlik arasından, Godard’a projeksiyon vakti
Jean Paul Sartre’ın da söylediği gibi, Jean-Luc Godard, ‘özgür olmaya mahkûm’ bir insan olarak, dünyadan ve varoluş tarzı olarak kendi kendisinden, her zaman sorumlu oldu. Öyle ki, artık 91 yaşındaki Godard’ın hayatı sineması, sineması da hayatına dönüştü. Ve hepimizin üzerine yansıttığı projeksiyonu da, ‘yorgunum,’ deyip nihayetinde kendi elleriyle söndürdü...
13 Eylül 2022 Salı günü, ajansların (ve eşi Anne-Marie Mieville’in) verdiği habere bakılırsa ‘Çok bitkinim,’ diyerek hekim destekli ötenazi metodunu kullanıp 91 yaşında hayata veda eden, bir bakıma özgürce ölümü seçerek, son ana kadar birey kalabilen Fransız ve İsviçreli film yönetmeni, senarist ve sinema eleştirmeni Jean - Luc Godard, objektif ve subjektif - nesnel ve öznel - arasına gerili hakikat makaralarıyla, artık sonsuza değin anılacak.
Hal böyle iken, Godard’ın gençliğinde etkisi altında kaldığı ve Mayıs 1968 olaylarına da maya çaldığı düşünülebilecek ‘Varoluşçuluk’ akımı üzerinden, vasiyeti doğrultusunda cismini yaktıracak kadar mülkiyet ve iktidar karşıtı olabilmiş, lakin ismini sonsuza dek aydınlık içinde bırakmaya çoktan hak kazanmış, adı üzerinde sanatsal bir tanrısalllık mertebesine (God-Art) erişmiş bu mitolojik figürü biraz daha anlamaya cüret etmenin daha münasip olabileceğini düşündüm…
Malûm, Godard, meslektaşları Claude Chabrol ve François Truffaut ve Jacques Rivette ile Eric Rohmer eşliğinde verdiği emekle, üzerinde doğaçlama bir örgütlenme ile uzlaştıkları Fransız Yeni Dalga sinema akımının öncü - temsilcilerinden biri sayıldı. Fransız Cahiers du Cinema dergisinin katkı yaptığı sinema eleştirmenliğinin verdiği enternasyonalist bilgiçliği, halk için, devrimci bir zihniyetle değerlendiren bu isimleri, özellikle ‘Herkes film yönetmeni olabilir,’ diyenlerden olan Godard’ı anlamak için haddim olmadan sayıkladığım bazı tespitleri burada sizinle ‘Varoluşçuluk’ ve diğer felsefi ekoller refakatiyle paylaşmaya kalkışacağım.
Jean-Luc Godard’ın video ve sinema anlayışı, bugün hepimize son derece doğal bir hakmış gibi gösterilen ve artık devasa şirketlerce, gerek yazılı, gerek akustik ve gerekse video-akustik türlü ebatlarda, multi milyon dolarlarla hortumla satılan, hepimize abonelikle ve bağımlılıkla, önce ‘bedava’ sonra ay be ay faturayla dayatılan sözde paylaşım, iletişim ve ifade özgürlüğünün, daha o günlerde köktenci bir tümdengelim ile ele geçirilmesine dair, bir topyekûn sanat eseri (Gesamtkunstwerk) sayılabilir.
Eserlerinde iktidarı, kadın ve erkeğin bu mevkiye dair ego satrancını, tabii ki kapitalizmi ve burjuvaziyi her daim hedef almış Godard, hemen hepsi dönemin izleyicisine ve geleceğin yeni nesillerine birer estetik uyarı niteliği taşıyan yapıtlarında, tiyatronun, mitolojinin, aktüalitenin, anarşinin, romantizm, sanat tarihi ve psikolojinin, o sarhoş ettikçe ayıltan farkındalık kokteylini, izleyene servis eder. Godard, hem yapıtlarının, hem de onu izleyen herkesin bireyselliğinden, mahremiyetinden ve izleyenlerde üreteceği yeni imkânların bakirliğinden yanadır.
Peki felsefe üzerinden, Godard’la irtibat mümkün mü? Misal: Jean-Paul Sartre’ın, (Türkçeye de Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen imzasıyla 2009’da İthaki Yayıncılık tarafından kazandırılmış) 1943 tarihli, Editions Gallimard yayınevi etiketli kült çalışması ‘Varlık ve Hiçlik’te, Sartre ‘Kendini Aldatmadaki Yalan’ ve ‘Kendini Aldatmadaki İnanma’dan (s.100-s.125) yakınır. Perdenin önü ve arkasında, farkındalığa hizmetkâr bir hayalet gibi gezinen Godard da böyledir. Yönetmen, filtresiz sigaraları ve purosuyla, sette de, montajda da bir tür direnişçi gibi içgüdüsel, köksüz bir her an ve her yerdelik ile davranır. Ne izleyicinin, ne de kendi dünya görüşünün ‘kafasını ütüler’. Kamerası, kalemi, makası neredeyse hiçbir zaman ‘yer’inde durmaz. Eylediğince belirgin, sakındığınca bilakis, vurgucudur.
Godard, hatırladıkça, hatırlattıkça kendinden rahatsız bir varlık gibi, arkasındakiyle, tabir ettiği ile değil, önünde gideni, tahayyül edemediğini yakalamakla ilgilenir. Herhangi biçimde, herhangi bir şeye doğru dediği anda, onun yalana dönüştüğünü bilmenin insanı ‘uyuz’ eden zihin kaşıntısıdır bu. Mevzubahis huzursuzluk, yönetmenin yönetemeyişinin yenilikçi yöntemidir. Bunun için, sanıyorum ki Godard filmleri evvelâ, peşlerine takılan ses ve hareketin iltifatına karşı koyamayan, hareketli birer fotoğraf heykelidir.
Bu heykeller, vadettikleri üçüncü, dördüncü ve beşinci vb. boyutu, izleyicinin dünya görüşünün seviyesi nezdinde kültürel bir erotizm içinde, ama mahremliğine de saygıyla teşhir eder. Yüzlerce kişi, beyazperdede aynı fanî, yalan dünyanın rüyasını bu yüzden görür, ama kimse diğerinin tam olarak ne gördüğüne erişemez. Güzelin çirkinle, mükemmelin kusurluyla özgürce, ayıpsızca, kimsenin haddi hesabını iplemeden buluştuğu bu hareketli imge yontuları, zamanın da provokatif aşıntısına tahammül ettikçe, en güzel anlarında izleyiciyi pat diye öksüz, yetim ve bu yüzden büyük bir itiraz halinde, koltukta bırakır. Onu bellekte sonsuza döllenme açlığıyla, durduk yerde sabah olmuş gibi, harika bir rüyanın tam ortasında bitmesince aydınlanan sinema salonlarının sersemliği içinde terkeder. Doğmak uğruna özgürce ölüverir.
Böylece ‘Ben bunu niçin daha önce böyle idrak edemedim,’ sorusunu sıkça tekrar eden izleyici de, karanlıkta hadi ben dedim bir buçuk, siz deyin ortalama iki dünya saatliğine karşısına geçtiği onca Platonik tabir arasından, Godard’ın kendisine hediye ettiği en gerçek yalanı, sinemanın 15 dakikalık arasında, ya da kesintisiz gösterimlerin o afallatan çıkışındaki ilk sigarayı yaktığı esnada, sonuna kadar diktiği o ilk cep kadehinin yakıcı soğukkanlılığı içinde, utana sıkıla kabullenir. Zira Jean-Paul Sartre’ın da ‘Kendini aldatma ve yalan’ başlıklı metninde bize emanet ettiği (Varlık ve Hiçlik, s.100) gibi,
“Bilinç, varlığı içinde varlığının hiçliğinin bilinci olan bir varlıktır.” Örneğin, yasaklama ya da veto halindeyken insan varlığı gelecek bir aşkınlığı olumsuzlar. Ama bu olumsuzlarca saptayıcı türden değildir. Bilincim bir olumsuz-birimi göz önünde bulundurmakla yetinmez. Kendi kendisini, iliklerine kadar, bir başka insan-gerçekliği tarafından kendi imkânı olarak ortaya atılan bir imkânın hiçlenmesi olarak oluşturur. Bunun için bilincim dünya üzerinde bir Olumsuzluk olarak belirmek zorundadır ve nitekim, köle efendisini ya da kaçmaya çalışan tutsak onu gözetleyen nöbetçiyi önce bir Olumsuzluk olarak kavrar.”
Sartre’ın, hani tek gözü gittikçe kendi iç dünyasına bakar haldeki o Sufî okumaları gibi, kamerasında da tek gözünü kendinden bir nebze ayırmamış Godard filmlerinde de, vaziyet aynıdır. Değil midir? Godard, sanki tebasının varlığından mahcubiyet ve öfke duyan, bunu onlara hissettirmemek adına, elinden geldiği kadar unutkan, yarı kör bir inatçı yaratıcılıkta davranmış, hınç madeni bitkin bir muktedirdir. Kazılmaktan bitkin bir kayadır. Pardon ama, öyle olsa gerektir, zira Sartre’ın da aynı kitapta, 3’ncü bölüm olan ‘Kendini Aldatmadaki İnanma’ bölümünde saptadığı gibi, sanki Godard da bir eli kamerada, öteki gözü kapalı dünyaya tutsak haliyle, adeta şunları düşünür haldedir:
“Doğrusunu söylemek gerekirse, kendimi ikna etmedim de: zaten ne kadar ikna olmuşsam, hep o kadar ikna oldum. Ve daha kendimi aldatmaya hazırlandığım anda bile, bizatihi bu hazırlıklara karşı kendimi aldatma hali içindeydim. Onları kafamda içten olmayan hazırlıklar gibi canlandırmak sinizm olurdu; onların masum hazırlıklar olduğuna içtenlikle inanmaksa iyi niyet olurdu. Kendini aldatma kararı, kendini adlı adınca söylemeye cesaret edemez, bir aldanış taşıdığına hem inanır hem inanmaz. Ve kendini aldatmanın belirdiği andan itibaren, daha sonraki her türlü tavrı ve bir bakıma kendini aldatmanın Wekanschauung’unu (Dünya görüşü) bu karar belirler. Zira kendini aldatma, hakikatin kriterlerini ve normlarını, iyi niyetin eleştirel düşüncesinin bunları kabul ettiği gibi, muhafaza etmez. Nitekim, kendini aldatmanın karar verdiği ilk şey, hakikatin doğasıdır. Kendini aldatmayla birlikte bir hakikat, bir düşünme yöntemi, nesnelere ilişkin bir varlık tipi ortaya çıkar ve öznenin aniden etrafını çeviren bu kendini aldatma dünyasının ontolojik özelliği, orada varlığın ne değilse o olması ve orada ne ise o olmamasıdır.”
Hayır şimdi Godard ile Sartre ne alâka diyeceksiniz. İşler sarpa Sartre diye kızacaksınız... Ama ısrarla, sabrınıza emaneten, ‘Varlık ve Hiçlik’ arasından yine Godard’a bakmaya çalışıyorum: Sartre, ‘Başkasına yönelik ilk tavır: Aşk, dil, mazoşizm’ başlıklı okumasında (Varlık ve Hiçlik: s.470-471) şunları anlatıyor, sanki yine Godard sinemasını, ve elbette izleyici ile kendisi arasındaki irtibatın tabirlerini deşifre edercesine…
“Benim için geçerli olan başkası için de geçerlidir. Ben kendimi başkasının etkisinden kurtarmaya çalışırken, başkası da benim etkimden kurtulmaya çalışır; ben başkasını köleleştirmeye uğraşırken, başkası de beni köleleştirmeye uğraşır. Burada söz konusu olan, hiçbir biçimde bir kendinde-nesneyle tek yönlü ilişki değil, karşılıklı ve hareketli münasebetlerdir. Dolayısıyla bundan sonraki betimlemeler çatışma perspektifi içinde düşünülmek zorundadır. Çatışma, başkası için-varlığın kökensel anlamıdır.
Eğer başkasının bakış olarak ilk açığa çıkışından yola çıkacak olursak, kavranamaz olan başkası-için-varlığımızı bir sahiplenme [possession] formunda duyumsadığımızı kabul etmek zorunda kalırız. Ben, başkası tarafından sahiplenilirim; başkasının bakışı, çıplaklığı içindeki bedenimi biçimlendirir, onu doğurur, onu yapılandırır, onu olduğu gibi üretir, onu benim asla göremeyeceğim gibi görür. Başkası, bir gizin sahibidir: başkası benim ne olduğumun gizine sahiptir. Beni oldurur ve bizatihi bu yoldan beni sahiplenir, bu sahiplenme de bana sahip olmanın bilincinden başka bir şey değildir. Ve ben, nesneliğimin kabulü içinde başkasının bu bilinci taşıdığım duyumsarım. Bilinç olma vasfıyla başkası, benim için hem varlığımı benden çalandır, hem de benim varlığım olan bir varlığı ‘var’ kılandır.”
Godard bir ‘auteur’ sinemacıydı. Bir yaratıcı-yönetmen-yazar olarak Jean -Luc Godard’ın dünya görüşü, hep kişisel olanın samimiyeti, dobralığı, yalnızlığı ve mahremiyeti üzerinden şekillendi. Çünkü Varoluşçuluk felsefesinin kalemlerinden Sartre’ın da söylediği gibi, Godard, ‘özgür olmaya mahkûm’ bir insan olarak, dünyadan ve varoluş tarzı olarak kendi kendisinden, her zaman sorumlu oldu. Öyle ki, artık Godard’ın hayatı sineması, sineması da hayatına dönüştü ve hepimizin üzerine yansıttığı projeksiyonu da, yorgunum diyerek nihayetinde kendi elleriyle, hekim gözetiminde söndürdü. Yaşamına ne kadar sahip çıktıysa, ölümüne de o kadar özgürce kefil oldu. Ölümden bile tek kelime medet ummadı. Dünyayı, onu kendi kendisine emanet edecek kadar sevdi ve anladı. Tıpkı Sartre’ın (Varlık ve Hiçlik, s.688) söylediği gibi:
“Zaten, başıma gelen her şey benimkidir, bundan anlamamız gereken, en başta, insan olarak benim her zaman başıma gelen şeyin üstesinden gelebilecek olmamdır, çünkü bir insanın başına başka insanlar ve kendisi yüzünden gelen şey ancak insani bir şey olabilir. Savaşın yol açtığı en korkunç durumlar, en beter işkenceler; gayri-insani şeyler değildir: gayri-insani durum yoktur; ben yalnızca korkuyla, kaçışla ve gizemli davranışlara başvurmak suretiyle gayri-insani olana karar veririm-, ama bu karar insanidir ve onun tüm sorumluluğunu taşırım. Ama durum aynca kendi kendimle ilgili özgür seçimin imgesi olduğu için de benimkidir ve bana sunduğu her şey, beni temsil ettiği ve beni sembolize ettiği ölçüde benimkidir. Kendim hakkında verdiğim kararla şeylerin terslik katsayısına ve onların öngörülemezliğine varıncaya kadar her şeyi belirleyen ben değil miyim?”
Jean-Luc Godard hakkında beni daha da kişisel bir perspektifle aydınlatan sevgili hocam Prof. Dr. Ali Akay’ın yakın tarihli metni için bkz.: Jean-Luc Godard...