Varlık ve piçlik
Hiç şüphe yok ki, Türkiye'deki toplumsal ilişkiler, en ufak bir gündelik karşılaşmada veya etkileşimde dahi gözlenebildiği şekliyle, şaşalı bir seremoni, estetize edilmiş bir ideal kadar, sarsıcı bir piçlik ve köksüzlüktür.
Levent Ünsaldı
Sanki her şey iki defa (veya çoklu bir şekilde) var bu ülkede. Biçimsiz, oynak… piç… Ama gizemli de aslında, hatta keyifli, sürprizlere açık her zaman… İçinde yaşamasak ne güzel de yazılır çizilir üzerine değil mi? Ama lanet olsun ki içindeyiz işte! Sartre, “Varlık ve Hiçlik”i ilk defa savaş koşullarında yayımlamış. Olabiliyor demek ki. Neden lanet okudum ki o halde? Oynak ve piç olmasında ne gibi bir sakınca olabilir ki? Her sokağa çıkışınız, gizemli ve bilinmeyenlerle dolu bir yolculuk bu ülkede. Egzotik diyarlara yelken açar gibi: yanar-dönerli, tehlikelerle dolu, şaşırtmacalı. Bazıları çok sever bunu, bazıları ise nefret eder. Tercih meselesi diyelim! Ama her yolculuk, her macera bir eve dönüş de gerektirir. Yolculuk, evle beraber vardır. Eve girdiğinizde üstünüzü değiştirmeniz ve koltuğa sırtınızı yaslamanız bir soluklanma anıdır işte: Artık güvendeyim… Batılılar hemen üstlerini değiştirmezler mesela; biliyorsunuz, ayakkabılarını da çıkarmazlar. “Dışarısı” ve “içerisi” arasında belki başka bir süreklilik vardır oralarda.
Her neyse, yeniden evdeyim günün sonunda. Her şey olduğu yerde, değişmemiş. Duvardaki tablo, o asılı durduğu yerde hâlâ. Her baktığımda bana hissettirdikleri de aynı. Zaten bu yüzden orada ve biricik. Yatağımın, bana bir sorun çıkarma ve bir anda çökme ihtimali şimdilik düşük. Kapasitesini biliyorum, tanımlı. Elektrik tesisatı geçenlerde sorun çıkardı. Sigorta attı çünkü fazla yüklenmişim. İlişkimizi rayına oturttuk ama, sorun yok şu anda. Benim dört ayaklı ev arkadaşım Achille’le ilişkim de sorunsuz. Zaten uzun yıllardır birbirimizi tanıyoruz, birbirimizin mekanizmasını az çok çözdük. Onun benim hakkımda ne düşündüğünü halen tam anlamıyla kestiremesem de, benim ona nasıl “yaklaştığımı”, onunla nasıl bir ilişki kurduğumu sanırım biliyorum, yani o da tanımlı. Burası benim dünyam işte, sanki her şey benim etrafımda dönüyor, sanki her şey benim için var. Her şey tanımlı, ve dolayısıyla da dingin ve öngörülebilir. Burayı ben “inşa” ettim, ama belli “kullanımlar” ve “tanımlar” dâhilinde; bu tanımlar tamamen bana özel olmayabilir ama ben kendimce öyle yaşıyorum en azından. Ayrıca tüm bu küçük evrenimin “esneme” sınırı da sonsuz değil, yani inşa ettiğim bu dünyadan neyi ne kadar talep edebileceğimi ve hem onun hem de ilişkimizin sınırlarını biliyorum. Musluğun contasının su kaçırabileceğini, elektrik tesisatına fazla yüklenmemem gerektiğini deneyimle öğrendim. Contanın su kaçırması başlı başına bir sorun değil elbette, ama yüksek miktarda bir su faturası ödemek istemiyorsam bu bir sorun.
Geçenlerde duşakabini değiştirmek için bir usta çağırdım eve. Fazla maharet gerektirmeyen sıradan bir montaj işlemi işte. Usta, “tanıdık”. Alt komşunun duşakabinini de o takmış. Hoş beşten sonra işe koyuldu. Ve çok kısa bir süre sonra, beklenen ama her zaman gizemini koruyan o müthiş soru geldi: “Abi, sende şuraya uygun vida var mı?” “Yok” dedim; “usta olan ben miyim sen misin” diye de hafifçe çıkıştım. Ters bir bakışla ve içinden söylenerek elindeki tornavidaya gözlerini çevirdi… vidasız bir tornavida. Ne işe yarar ki vidasız bir tornavida? Kot pantolonun hep arka cebinde yarım yamalak durması ve “ustalığın alametifarikası” olması dışında. Tanımlı dünyamda, “benim” banyomda, tanımsız bir nesne (tornavida) ve tanımsız bir beşer (usta). Huzursuz oldum. Üstüne üstlük bir de obsesif-kompülsifseniz, tanımlayamama ve kontrol edememe bir kabusa dönüşür sıklıkla. Ustayı usta yapan nedir gerçekten? Sartre’ın kafe garsonu ile benim banyomdaki usta arasındaki fark neydi? Bir kişi veya şeyden bahsederken, “gerçekten” derken ne demek istiyorum aslında? Bir ustanın neden “başında” durulur ki, eğer “gerçekten” bir ustaysa? Eğer duruyorsam ve değilse, onu neden çağırdım?
“Gerçek, kredilidir” veya krediyle işler diyor W. James. Ve ekliyor, bu kredi, şimdiye değil, geleceğe ilişkindir. Benim üst komşu Gürhan amca “gerçekten” iyi bir insan. Neden? Çünkü beni pek şaşırtmadı şimdiye kadar, aramızdaki tüm o ilişki deneyiminde ete kemiğe bürünen ve “iyiliği” tanımlayan edim biçimlerinden pek sapmadı bugüne dek. Bu tanımları elbette biz icat etmedik; onları devraldık ve yine onlar üzerinden ilişkimizi hem sınadık hem de inşa ettik. O “gerçekten” içten biri derken aslında bu deneyimin kendisine gönderme yapmaktan başka bir şey yapmıyorum. O, “gerçek”; ilişkimizi tanımladığımız ve deneyimlediğimiz şekliyle, veya W.I. Thomas’a atıfla, ilişkimizin sonuçları itibariyle gerçek. O, bildiğimiz Gürhan amca işte; dolayısıyla, bundan sonrası için de bendeki güven kredi notu hayli yüksek. Gürhan amcanın beni şaşırtabileceğini “gerçekten” düşünmüyorum.
Oysa banyomdaki usta beni sürekli şaşırtıyor. Artık niyet okuması safhasına geçtim. İmalar ve alt metinler peşindeyim. Ne yapmak istiyor bu adam? Şimdi de duşakabini tersten takmaya kalkıştı, ittirerek kaktırarak. Elektrik voltajıyla benim ilişkim tanımlı, ki böyle olmak da zorunda eğer belli “niyetle” o voltajı kullanmak istiyorsam; aynen Gürhan amcayla olan ilişkim gibi, her ikisini de fazla zorlayamam. Ama bizim ustanın, elindeki tornavida ve duşakabinle yapabileceğinin, daha doğrusu yapmak isteyebileceğinin sınırı yok! Elindeki nesnelerle, banyoyla, benimle, hatta ve hatta kendisiyle ilişkisi muğlak. Belki de o yüzden başında bekliyorum. Her an bir sürprize karşı hazırlıklı olmalıyım. Gerçeklik rejimi geri dönülmez bir şekilde kaydı. Bu etkileşimin çerçevesi ve gidebileceği yere ilişkin hipotezler iyice arttı. İlişkimiz, tanımlı bir hizmet alan-veren ilişkisinin ötesinde artık. Çünkü bu bile tanzim edilmiş bir kategori. Oysa biz şu anda, hizmet ilişkisi görünümünde olan ama esasında hiçbir kategoriye sığamayacak bir deneyim yaşıyoruz; üstelik neredeyse gırtlak gırtlağa gelmek üzereyiz! Tornavida artık yan tarafta bir yerde duruyor; ne işe yaradığı belli belirsiz öylece uzanmış yatıyor garibim. Eller devreye girdi, duşakabini zorlayarak takmaya çalışıyor. Nesne direniyor, “böyle yaparsan olmaz, üzerim seni” dercesine. Olan biteni tedirginlikle izliyorum. Müdahale etmem lazım. İşte şimdi zamanı deyip tam ağzımı açacakken yapıştırıyor lafı, sadistçe bir rövanş hissiyle: “Usta olan ben miyim sen misin?” Sinirlerimi kontrol etmekte güçlük çekiyorum artık. Adam güzelim duşakabini kırdı kıracak? Gerçeklik algım kaybolmaya başladı? Ne oluyor burada? O kim, ben kimim? Bu adam kim ve ne yapıyor şu anda? Her şeyin ve tam zıttının eş zamanlı olarak doğru-gerçek olduğu bir banyo artık benim banyom: Usta, aynı zamanda usta dışında her şeydir.
Olmak, her zaman diğerinin huzurunda, diğerinin bedeni ve gözü önüne “yapmaktır”; belli tanımlı konvansiyonlar dâhilinde “eylemek” ve onama beklemektir; her daim durumsaldır, etkileşimseldir ve çokludur. Baba olunur, hoca olunur, usta olunur, sevgili olunur, devrimci olunur… Bunların her biri farklı anlardır, farklı iletişim mantıkları ve eylem rejimleri içerir; mukayese götürmez. Ancak toplumların bir paradoksu da şudur ki, bu “olma kiplerini” birbirine karıştırmaktan hem imtina edilebilir (evde hoca gibi davranmak) hem de bu karıştırma bilakis talep edilebilir: devrimci baba. O halde “yüzler”, aynen “beklentiler” ve “tanımlar” kadar çoğuldur. Takınılan her “yüz”, aynı zamanda sürekli bir sınanma anıdır; sürekli bir performans çağrısıdır. Eşinden boşanmış bir annenin, şimdiye kadar üstün başarıyla yerine getirdiği “yüce anneliği”, yeni sevgilisiyle o gece dışarı çıktığında bir anda sorgulanabilir. Öteki, gerçekten de en büyük lanettir.
Kısacası olmak, normatif ve iletişimsel yükü ağır bir fiildir. Ancak anlattığım hikâyede söz konusu olan, belki de “olmak” dahi değil, bir nevi “oldurmaktır”. Yabancı dillerde karşılığını bulmanın zor olabileceği bu sözcük, bu ülkedeki çoğu gündelik etkileşime havasını veren o “mış-miş” gibi yapmaya ilişkin ipuçları taşıyor sanki. Oldurulan yerde, olmaya çalışılan şeyin tüm dış itibar göstergeleri korunur (ve sıkılıkla aşırı biçimde öne çıkarılır). Hatta o “olma kipinin” meşru eylem repertuarı da mevcuttur. Tüm kurumsal düzenek, repertuar ve göstergeler orada heybetli bir şekilde asılıdır işte: Ahilik geleneğinden gücünü alan esnaflarımız, asırlık devlet geleneğimiz, dağları delen aşklar, yiğit ve özü-sözü bir insanlar, Anadolu insanının hoşgörüsü ve vefakârlığı, 75 yıllık çınar DTCF, zaten “dünyanın en iyi ordusu da bizde”, prosedürel rasyonalitenin en mümtaz örneği olarak memurlarımız ve elbette “gerçek İslam” bu değil… Keşke her şey bunları birer “yalan” veya “ikiyüzlülüğe” indirgeyecek kadar kolay olsaydı, ama değil. Bunlar da gerçek, evet, yine her şeyden önce pragmatik açıdan, yani sonuçları itibarıyla gerçek. Şeyler dünyasında bir perspektif açan, ilişkiye sokan ve “kuran” bir diskur bu; yok sayamayız. Eylem patikalarını silik de olsa açan, an azından “beklentileri” çerçeveleyen kelimeler bunlar, dolayısıyla sonuçları itibarıyla gerçekler. Ustaya ilişkin yaşadığım şaşkınlık bu repertuarın etkisini göstermiyor mu? Neden şaşırdım? Çünkü beklentilerim vardı; yani elimde kıyas yapacak bir repertuar vardı. Üstelik her ikimiz de, “usta olan ben miyim sen misin” diyerek bu repertuara gönderme yapmıyor muyduk? Nasıl bir hermenötik cümbüş bu? Ama aynı zamanda biliyor ve tam da o anda, o durumsallıkta deneyimliyorduk ki “işler” böyle yürümüyordu. Ustalığı, maharet ve yetkinlik dışındaki her şeyle tanımlayan ve en az diğeri kadar “gerçek” olan başka bir eylem grameri de devredeydi. İlk repertuar, “malzemeyi güvenle ehil ellere teslim et, çünkü o usta” derken, diğer repertuar ve olan biten, “aman başında dur, n’olur ne olmaz ” diyordu. Hangisi gerçekti? İkisi de mi? Gerçeklik rejiminin hırpalandığı veya en azından karmaşık bir hal aldığı yer de burası. Öyle ki olan biten hem “şaşırtıcı” hem değil; çünkü beklenti dâhilinde, çünkü daha önce deneyimlenmiş. Bunun sürekli bir tedirginlik, güvensizlik ve niyet okuma olarak tezahür etmesi de kaçınılmaz. Ustadan ustalık hem bekliyorum hem beklemiyorum. Akademisyenden akademisyenlik hem bekliyor hem beklemiyorum. Örneğin her akademisyenin, memurluk anları olduğunu biliyorum, bu kaçınılmaz ki, örneğin personel biriminde ek derslerini hesaplattığında. Ama onun aynı zamanda kampüste başka anları olması gerektiğini de biliyorum, çünkü meşru akademisyen tanımında bu da var: Örneğin, öyle ya da böyle bir metne imza atıp bir şeyi savunduğunda onu, biraz önce karşılaştığı personel şubedeki memurdan ayıran birçok şeyin olması gerektiğini tahmin ediyorum: başka bir değer sistemi, başka bir sembolik gramer. Ama bunların hiçbiri “olmuyor”, hem şaşırıyorum hem şaşırmıyorum. Aidiyetleri ve ethosları hem görüyorum hem görmüyorum. Usta, her şeyden önce görünümü ve sembolik sermayesi itibarıyla usta çünkü tornavidası var çünkü tavsiye edildi; ama duşakabini ters taktı. Akademisyen, her şeyden önce görünümü ve sembolik sermayesi itibarıyla akademisyen çünkü devlet güvenceli profesör titri var, çünkü “hoca” kelimesinin içerdiği sembolik sermayeden yararlanıyor ama kampüsteki gündelik ilişkileri itibarıyla yan odadaki “sivil memurdan” hiçbir farkı yok.
Bunları derken, burada kemiksi bir töz-ontoloji aradığım anlamı da çıkmamalı; ben, ötekinin varlığında, onunla ilişkimde, bu ilişkinin formunda, onun nazarında, onunla etkileşimimle varım; aynı şekilde o da benim aynamda, benimle kurduğu ilişkisellikte; hepsi bu. Saint-Exupéry’nin dediği gibi, “insan sadece bir ilişkiler düğümüdür.” O zaman şöyle düşünelim: Her şeyden önce akademisyenin kendisi kendisini bir akademisyen olarak görmüyor ki. (Burası kesinlikle muğlak; ustanın da kendisini ve beni nasıl gördüğü bir o kadar muğlak değil miydi? Aynı şekilde benim de onu görme biçimim). Şurası açık ki, kampüste geçirdiği 9-5 mesaisi içerisinde, karşılıklı tanımlar ve etkileşimlerde ne o kendisini ne de diğerleri onu “akademisyen” olarak tanımlamıyor; belki lokalde “akademisyen” kısmında yemek yemek dışında. İşte tam da bu yüzden, örneğin DTCF iki defa var; ve beşerler ilginç ve akıllı organizmalar, çabucak öğreniyorlar, tüm bu farklı durumsallıkları, her durumsallığa uygun düşen melez kadrajları. Eğer öyleyse, bir kez daha, akademisyen de, aynı zamanda akademisyen dışında her şeydir.
Sonlandırmak gerekirse, piçlikten kastettiğim, tüm bu iç-içe girme, muğlaklık, “hem o hem bu” halleri. Hem şaşırma hem şaşırmama, ama aynı zamanda da bir şekilde “yolunu bulma” “oldurma”, aynı derecede meşru o ikili diskur ve zıt eylem örüntülerini eş zamanlı olarak “idare edebilme” kabiliyeti. Bunun gerçekten halen gizemini koruyan ve mucizevi bir kabiliyet olduğunu düşünüyorum. “Biz”e özgü bir şey aranacaksa, belki de burada aranmalı. Gregory Bateson ve ekibinin (Palo Alto, Kaliforniya), şizofren çocuk ve ebeveynleri arasındaki ilişkiyi tariflemek için kullandığı "çifte-çıkmaz" (double-bind) kavramıyla işaret edileni hatırlatıyor sanki her şey: Anne, seni seviyorum; Anne, senden nefret ediyorum [Her iki önerme de yanlış]. Ama bizdeki bunun sanki daha geniş ölçekli ve “kurumsallaşmış” hali. Bir nevi epimenides paradoksu burada söz konusu olan. Birbiriyle çelişen iki önermenin aynı anda mevcut [ve meşru] olması, ancak birine uymanın diğerini dışlaması, ama bunun da meşru olması: A) Memur, bir devlet görevlisidir, bürokratik (prosedürel) rasyonalite çerçevesinde davranmak zorundadır. B) “Memurum işini bilir”. Dolayısıyla, rüşvet alan bir memur burada bir norm ihlali içerisinde değildir, bundan ötürü gerekçelendirme yapması dahi gerekmez (sadece ihlaller gerekçelendirilebilir, sıklıkla da başka bir norma referansla: yaptım çünkü…). Burada ona bile gerek yoktur çünkü fail sadece, zıt ama bir o kadar da meşru diğer bir eylem repertuvarına referansla edimde bulunmaktadır. Çünkü bunu öğrenmiştir, bunun başka bir meşru sembolik gramer olduğu bir bağlamda edimde bulunmaktadır. Tıpkı benim usta gibi: “İşini yapmayan”, yani bir “ihlalde bulunan” usta formülüne indirgenebilecek bir durum değildi o gün olan biten: aslında usta, işini, beklendiği şekliyle, hem yapmış hem de yapmamıştı. “Beklendiği şekliyle” dedim çünkü bu durum her ikimiz için de aslında önceden kestirilebilir ve muhtemelen daha önce de deneyimlenmiş, yani öğrenilmiş bir durumdu: Usta, muhtemelen ilk defa vida istemiyordu ev sahibinden ve ben de bu tür “hikâyeleri” yine muhtemelen daha önce duymuştum. Zaten tam da bu yüzden, usta o rahatlıkla bu talebi dillendirebilmişti; yani beklenen bir şeydi bu, sembolik dehlizlerimizde bir yerlerde asılıydı. O halde neden şaşırdım ki? Siz şaşırır mıydınız peki?
Ortak kanının lügatinde “ikiyüzlülük” veya “bir öyle bir böyle yapma” kategorileri altında pejoratif şekilde sınıflandırılmış eylem örüntülerini belki de böyle tartışmak lazım: her biri diğeri kadar meşru iki zıt önermenin eş zamanlı varlığı ve bunun yarattığı “çifte kıskaç” etkisi. İkiyüzlülük veya yalan, telafi edilmesi gereken bir ihlale gönderme yapar. Oysa burada söz konusu olan, tam anlamıyla kurumsallaşmış bir ilişki kipidir; az çok verili kabul edilen ve paylaşılan bir sembolik gramerdir. Bu, olan biteni meşrulaştırma çabası da değil. Normatif (hatta ahlaki) meseleler başka şekillerde de tartışılabilir: Ahlak, ahlakçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Merleau Ponty’nin belirttiği üzere, bir dağdan bahsederken “büyük bir dağ” demek, sizin onu aşma yöneliminizi veya istencinizi ifade eder. Dağın büyüklüğü, eğer onu aşmak isterseniz önemlidir. Çünkü bu durumda dağ size zorluklar çıkarabilir. Benzer şekilde, olan bitenden “rahatsızlık” duyuyor ve değiştirmek istiyorsanız, yani böyle bir “yönelime” sahipseniz, toplumun size göstereceği dirençleri de hesaba katmanız gerekir, aynen dağın gösterdikleri gibi. “Olunan” yerde, Batı sosyal biliminin tüm literatürü rahatça işleyebilir: fail, eylem, rasyonalite, roller, etkileşim, tanımlar, sınırlar, ihlaller, vb. Ancak “oldurulan” yerde, hem var hem yok veya “ikisi birden” hali kolektif bir şizofreniye dahi dönüşebilir. Bu ise yepyeni bir kavram dağarcığı ve araştırma gündemi gerektirir, eğer değiştirmek istiyorsanız tabii, en az olan biten kadar piç, kırma, esnek ve yaşamın içinden…