Varoluş sancısı çeken muhafazakâr: Gassal

Ölüm gibi ölüm korkusu, yabancılaşma ve yalnızlık da her kesim için ortaktır. Bir yakınını kaybeden herkes hayatın çiçeklerini fışkırtan toprağın diğer yüzüyle tanışır ve kendi ölümlülük bilgisiyle yüzleşir ya da “yüzleşmeye başlar”. Günlerdir farklı bakımlardan tartışılan “Gassal” dizisinin bence en dikkate değer yanı da bunu göstermesi.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

“Tanrı’ya inanmıyorum ama O’nu özlüyorum.” Julian Barnes’ın ölüm, ölüm korkusu, ölümlülük, Tanrı, yas ve ölüm karşısında sanat gibi temaları ele aldığı, yarı otobiyografik denemesi “Korkulacak Bir Şey Yok” bu çarpıcı cümleyle başlar. Birçok başka yapıtında da bu temalara yer veren Barnes’ı özel kılan yanlardan biri, otobiyografisini sanata ve tarihe ilişkin olağanüstü birikimiyle harmanlama becerisinin yanı sıra en trajik, karamsar meselelere çok güçlü bir mizah duygusuyla yaklaşabilmesidir. Barnes’ın özgün mizahı, kişiselle evrensel, geçmişle bugün, karamsarlıkla iyimserlik arasında inandırıcı bir köprü kurar. Bir söyleşide kitabın içeriğini şu biçimde tanımlar: “Bu, kendimi bir vaka olarak inceleme ve bir soruya yanıt verme alıştırmasıdır: Zamanın bu noktasında herhangi bir şeye inanmamak ama öte yandan da bir gün öleceğimiz düşüncesiyle uzlaşmamak ne anlama gelmektedir?”

Umberto Eco’nun dediği gibi, insan hayatını sınırlaması nedeniyle aslında hayatın ve gündeliğin kurucusu olan ölüm (“listeleri severiz çünkü ölmek istemeyiz…“) ve ölümlülük herkesin ortak sonu ve sorunu. Yine de bütün tüketim kültürü ölümü ve bu arada yaş almak, yas gibi ölüm korkusuyla bağlantılanabilecek her şeyi gözden ırak tutmak üzerine kurulu. Sonsuz bir gençliğe sabitlenmek mümkünmüş gibi yaşamak ve yası bildik ritüellerle geçiştirmek, böylece hep “bugün”de, anda kalmak öğütleniyor. “Bugün Geri Kalan Hayatının İlk Günü” vb. başlıklı kitapların kitapçıların ön raflarından hiç düşmemesinin başlıca nedeni, yaşamla ölümü bir süreklilik değil birbiriyle savaş halinde görmenin hayatı kolaylaştırabileceği bilgisi. Halbuki ölüm bilgisiyle barışmak, onu yaşama dahil saymak belki hayatı da güzel ve anlamlı kılmanın daha iyi bir yolu.

İnancımız ve dünya görüşümüz ne olursa olsun “bu dünya üzerinde” tek ömürle sınırlı olduğumuz açık. Buna rağmen ateistlerin ya da dini inancı güçlü olmayanların “maneviyat yokluğu” nedeniyle olmadık arayışlara sürüklendiği, depresyona ve yabancılaşmaya daha yatkın oldukları, dindar insanlarınsa öte dünya inanışıyla birleşen kadercilik ve teslimiyetin huzuruyla varoluş sancısından daha muaf oldukları varsayılır. Oysa geleneksel ahlakın evrensel ölçülerde “ahlaksızlık”a hiç de engel olmaması gibi, inanç da hayata anlam katmanın tek yolu ya da garantisi değildir. Ölüm gibi ölüm korkusu, yabancılaşma ve yalnızlık da her kesim için ortaktır. Bir yakınını kaybeden herkes hayatın çiçeklerini fışkırtan toprağın diğer yüzüyle tanışır ve kendi ölümlülük bilgisiyle yüzleşir ya da “yüzleşmeye başlar”. Günlerdir farklı bakımlardan tartışılan “Gassal” dizisinin bence en dikkate değer yanı da bunu göstermesi.

Son dönemlerin gözde yerli dizi türü “seküler- muhafazakâr” çatışmasını işleyen diziler. “Gassal” sekülerlerle muhafazakarları daha başlamadan karşı karşıya getiren bir dizi olarak türde yeni bir sekme açtı. Şiddet faili Ahmet Kural’ı ekranlara döndürmekle kalmayıp baş karakterinin yüksek özdeşleşme potansiyeliyle duygusal açıdan izleyici gözünde iyice bir aklayıp sempatikleştiren bir yapım olması, diziye bir kesim tarafından gösterilen tepkinin en haklı sebebi. Dizinin TRT’nin dijital platformu Tabii’de yayınlanması da bu seçimi kadına şiddet ve kadın cinayetlerine dair cezasızlık, yaptırımsızlık politikasından ayrı düşünmeyi zorlaştırıyor. Kadın oyuncuların TV sektörünün önemli sorunlarından biri olan tekelleşme tartışmaları içinde bile özel hayatlarıyla, son derece cinsiyetçi bir dedikodu diliyle gündeme getirildiği bir ülkede erkek şiddet faillerinin çok çok üç beş yılda kariyerlerine kaldıkları yerden devam etmeleri katlanılır şey değil gerçekten. Daha da önemlisi, bu tür seçimler zaten şiddet faili erkeği affetmeye ve “ama kadın da şöyle şöyle yapmış” demeye çok yatkın geniş bir toplum kesimi açısından ister istemez şiddetin meşrulaştırılmasına, normalleşmesine hizmet ediyor.

Dizinin çok tartışılan bir diğer yanı da yine haklı olarak bizde pek görülmedik ölçüde para dökülmüş, devasa reklam kampanyasının son derece irkiltici tercihi oldu. Yoksulluğun, yoksunluğun, geleceksizlik hissi ve TDK’nın “yılın kavramı” seçimiyle “kalabalık yalnızlık”ın bunca arttığı ülkede, “Gassal” İstanbul’u baştan başa “Ölünce Beni Kim Yıkayacak” sloganıyla döşedi. Norveç’te yaşasak “hayli etkili, şaşırtıcı, ticari açıdan başarılı” bir seçim der geçerdik ama yaşlı insanların pazarlardan yere dökülmüş sebze, meyve topladıkları bir dönemde, Türkiye’de yaşıyoruz. Bu kadar moral bozucu, negatif bir seçim elbette çok tartışıldı ve “gelecek ay kiramı kim ödeyecek” gibi esprilere de konu oldu. Sonuç olarak amaca ulaşıldı ve dizi bu tartışmaların da katkısıyla çok önde başladı yayın hayatına.

İronik olan, dizinin aslında negatif öğelerle parlatılmaya ihtiyaç duymayacak kadar iyi oluşu. Elbette ki bu durumlar olmasa bu izlenme seviyelerini yakalayıp yakalayamayacağı tartışılır. Ama bence şu ana dek dijital platformlarda yayınlanmış en iyi yerli dizilerden biri “Gassal”. Bir başyapıt değilse de ana karakterinin analizini çok iyi yapmış, ilginç bir konu ve karakter seçimini son derece gündelik, hayattan detaylarla bezemeyi başarmış, birkaç nokta hariç olay örgüsü hayli düzgün işleyen ve absürtle dram dengelerini iyi kuran bir dizi. Karakterin geçmişiyle birleşen bir yapboz başarılı biçimde finale taşımış. Üstelik de yönetmeni Kural’ın önceki işlerinden de tanıdığımız Selçuk Aydemir olsa da senaristi ve proje tasarımcısı bir kadın, Sümeyye Karaarslan. Rejisi ve (maalesef) Ahmet Kural’ın oyunculuğu da çok iyi. Yan rollerin çoğu da iyi ya da kurtarır vaziyette, sadece bazı bölüm oyunculuklarında, görece küçük rollerde aksaklıklar var. Ama dizinin bence en iyi yanı senaryosu. Absürt mizah gibi maneviyatla araya akıl mesafesi koymayı gerektiren, bu yönüyle hem sekülerlere hem de ayrıca altı çizili ve boldlu biçimde erkeklere bırakılmış bir alanda muhafazakâr çevreden bir kadın yazarın bu kadar iyi ve dengeli bir iş çıkarması göz ardı edilebilecek bir nokta değil.

Bunca kamplaştırılmış bir ülkede bunları yazmak zor ama bu kadar çok konuşulan bir dizinin analizini büyük ölçüde onu esasen politik açıdan sahiplenen kesime bırakmak da doğru gelmiyor. Görece haklı ve anlaşılır olsa da seküler kesimin büyük kısmının diziyi reddetme ve muhafazakâr kesimin bu denli sahiplenme nedenleri eserin kendisiyle o kadar alakasız ki. Bir kere ana karakteri bir gassal ama dizide ortalama bir ana akım dizisi kadar bile din vurgusu yok. Karakterin ölümle ilişkisi “öte dünya”ya değil, tam da bu dünyaya dair. Benim rastladığım kadarıyla ilk kez yerli bir TV dizisinde varoluş sancısı çeken bir muhafazakâr karakteri izliyoruz. Mesleğine tezat ismiyle Baki, gayet sekülermişçesine ciddi bir yabancılaşma duygusunun pençesinde. Geçmiş travmalarını, anne kaybını ve baba mevzuunu çözemediği gibi yaşadığı derin anlamsızlık hissini bir öte dünya teslimiyeti, aşkınlığı ile de çözemiyor. Annesinin trajik erken ölümü ve her açıdan işlevsiz, korkunç bir baba figüründen kendisine kalan evde yaşamıyor, ömür çürütüyor. Çiçeklerin yeşermediği, yaşamayan bu ev gibi, yaşarken yarı ölü bir karakter Baki. Vefalı bir- iki arkadaşı dışında arkadaşı yok, sevgilisi yok, âşık olamıyor ve ayrıca çocuk neşesinin bile gürültüsünden rahatsız oluyor, bebeklere dokunamıyor. Donmuş hislerinin elverdiği ölçüde hoşlandığını anladığımız hemşire Elif’e aldığı beceriksizce dokunaklı hediye çocuklukta takılıp kalmışlığını çok iyi anlatıyor Baki’nin: Tel toka.

“Gassal”ı izledikten sonra irkiltici sloganı da anlam kazanıyor. “Ölünce Beni Kim Yıkayacak” sekülerlere ayar verme amaçlı bir öte dünya hatırlatıcısı değilmiş meğer. İşi ölüleri yıkayıp defin işlemine hazırlamak olan Baki, gerçekten de bundan endişe ediyor. Bunun görünür sebebi ortamda başka gassal olmaması. Baki’nin ölülere saygısı ve sevgisinin bir kısmı, annesinin ölümüyle hiç yüzleşememiş olmasından kaynaklanıyor. Kendi gassalını bulmaya dair takıntısı ise öte dünyaya ilişkin bir şey değil, yalnızlık duygusu ve yaşanmamışlıklarının bir kılıfı aslında.

Elbette TRT kriterlerine uygun kostüm seçimleri yapılmış ama dizideki çoğu kadın karakterin başı açık, diyaloglara serpiştirilmiş zorlama uhrevi detaylar yok. Dizilerde pek de rastlamadığımız bir de sempatik “ev erkeği” var dizide üstelik. Ortalama ve apolitik denilebilecek bir toplum kesimi resmediliyor; basit dertleri, sevinçleri, kaygıları olan insanlar ve aralarında da devasa bir varoluş krizinin pençesindeki Baki.

Gassallık herhalde dünyadaki en zor mesleklerden biri. Cumhuriyet TV’nin bu konuda yaptığı kısa bir belgesel var: “Gassal Olmak”. Erkek ve kadın gassallarla yapılan röportajları izleyince, her gün karşılaştıkları ölüler kadar ölüm biçimleriyle de baş etmenin ne denli zor olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Dizi ise, absürt yanına paralel olarak, en az ölümün trajikliği ve ölü yakınlarının üzüntüsü kadar “etraf ne der” kaygılarını, ölenin ardından dönen anlamsız tartışmaları yani ölüme ilişkin toplumsal yabancılaşmayı da işliyor.

Dizi finalindeki arabesk seçimi de çok tartışıldı. Bence görece minimal, sade bir anlatıma ve duygularını sürekli bastıran ana karaktere finaldeki müziğin sağladığı kontrpuan duygusal etki gayet iyi hesap edilmiş.

Dizide özel olarak bir seküler temsili ya da vurgusu yok ancak haklı olarak eleştirilen bir sekans var. Bir mafya babasının ölümünden sonra onun havalı ve şık sevgilisi “ikindi ne” diye soruyor. Türkiye’de birkaç yıl yaşamış bir yabancı bile ikindinin neye tekabül ettiğini bilir. Dizinin birinci sezonunda zorlama bulduğum bölüm de bu oldu ama genel olarak seküler-muhafazakar çatışması temalı diğer dizilerle karşılaştırınca bunun dışında pek de bir “yaşadığı toplumdan bihaber” seküler karikatürizasyonuna rastlamıyorsunuz.

Özetle bu dizi tam bu olduğu haliyle seküler bir yazarın kaleminden çıksa muhafazakâr kesim asla bu kadar sahiplenmezdi, seküler kesimin bir kısmı da oyuncu seçimine gösterilen tepki haricinde bu denli öfkeyle karşılamazdı. Buyrun karşınızda tam manasıyla kamplaşmış Türkiye’nin sosyoduygusal bir özeti. “Gassal” ve etrafında dönen tartışmalar, yaşam gibi ölüm konusunda da ortaklaşmaktan ne denli uzak hale geldiğimizi gösteriyor kendiliğinden.

Tüm yazılarını göster