Varoluşçuluk

Varoluşçuluk, 19. yüzyıl filozoflarından Soren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche’de vücut bulmuş bir felsefi akımdır; ancak bu terimi çalışmalarında kullanmamışlardı. Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Simone de Beauvoir gibi Fransız varoluşçuları, 1940’larda ve 1950’lerde korku, can sıkıntısı, yabancılaşma gibi varoluşçu konuları popülerleştiren bilimsel ve kurgusal çalışmalar yazdılar. Saçma, özgürlük, bağlılık ve hiçlik konuları, en çok değinilen temalardır.

Abone ol

DUVAR - Varoluşçuluk, bireysel varlığı, özgürlüğü ve seçimi vurgulayan bir felsefedir. İnsanın hayatta kendi anlamını tanımladığı ve akılcı olmayan bir evrende mevcut olmasına rağmen akılcı kararlar vermeye çalıştığını öne süren bir görüştür. İnsanın varolma sorunu ve varoluşun özünde hiçbir amaç veya açıklama bulunmaması üzerine odaklanmaktadır. Hiçbir Tanrı ya da benzeri aşkın bir güç olmadığından, bu yokluğa karşı koymanın (ve hayatta anlam bulmanın) tek yolu, varlığı kucaklamaktır.

Varoluşçuluk, bireylerin tamamen özgür olduklarına ve kendileri için kişisel sorumluluk almaları gerektiğine inanmaktadır (ancak bu sorumluluk nedeniyle derin bir acı çekecek veya korkacaktır). Bu sebeple, eylem, özgürlük ve kararı temel olarak vurgulamakta ve insanlığın esas olarak saçma olmayan (acı çeken ve kaçınılmaz olan ölümle karakterize edilen) koşulunun üzerinde yükselmenin tek yolu, kişisel özgürlük ve tercihimizi gerçekleştirmektir.

DÜŞÜNSEL YOLCULUĞU

Varoluşçu temalar, ilk olarak Budist ve Hristiyan yazılarında (St. Augustine ve St.Thomas Aquinas’ın eserleri dahil) görülür. 17. yüz yılda Blaise Pascal, bir Tanrı olmadan yaşamın anlamsız, sıkıcı ve sefil olacağını ileri sürdü; ancak Varoluşçulara göre Pascal bunları bir Tanrı’nın varlığının bir nedeni olarak görüyordu. Yakın çağdaşı John Locke, bireysel özerklik ve kendi kaderini tayin hakkını savunurken, Varoluşçu bir tecrübeye tepki vermek yerine, Liberalizmi ve Bireyciliği pozitif bir şekilde takip etmeyi savundu.

Varoluşçuluk 19. yüz yılda yaşayan Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard, ve ardından Alman filozofları Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Karl Jaspers, Edmund Husserl ve Rus Fyodor Dostoevsky gibi yazarlardan etkilenmiştir. Çekyalı Franz Kafka da bu akımı etkileyen yazarlardandır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Arthur Schopenhauer’in Varoluşçuluk akımının gelişiminde de önemli etkileri olduğu düşünülür.

Kierkegaard ve Nietzsche, daha önceki Pascal gibi, insanların yaşamın anlamsızlığı ve gizlilikten kurtulmak için”normal dışı” alanın kullanımıyla ilgileniyordu. Bununla birlikte, Pascal’ın aksine, tercih yapan kişinin niteliğini ve kimliğini değiştirme girişiminde, temel değerler ve inançlar konusunda özgür seçimler yapma rolünü ele alıyorlardı. Kierkegaard’ın dünyasında, bu mesele, 1843 tarihli "Korku ve Titreme" adlı eserinde anlatıldığı gibi, kendine ve Tanrı’ya tam bir inanç getiren “iman şövalyesi” durumu ile sonuçlanır. Nietzsche açısındansa, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” ve “İyi ve Kötünün Ötesinde” adlı kitaplarında, Hristiyanlığın “öteki dünyalılığına” başvurmadan, pek de iyi niyetli olmayan “Übermensch” (Üstün İnsan) üstünlüğünü ve aşkınlığına ulaşır.

Martin Heidegger, bu akımın önemli bir erken dönem filozofuydu; özellikle 1927 tarihli “Varlık ve Zaman” adlı eseri önemlidir; ancak Sartre bu eseri bir varoluşçu olarak şiddetle reddetmiştir. Varoluşçuluk 20. yüz yıl ortalarında, Fransız Varoluşçular Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Simone de Beauvoir arasındaki bilimsel ve kurgusal çalışmalarla iyice olgunlaştı. Maurice Merleau-Ponty, dönemin Fransız Varoluşçuları arasında etkili ve çoğu kez gözden kaçan bir diğer düşünce insanıydı.

Sartre belki de en tanınmış, aynı zamanda bir "varoluşçu" olarak adlandırılmayı kabul eden düşünürlerden biridir. “Varlık ve Hiçlik” en önemli eserlerindendir. “Bulantı” ve “Çıkmaz” dâhil romanları ve oyunları Varoluşçu akımın gittikçe daha fazla ilgi çekmesine katkı sağlamıştır.

“Sisifos Söyleni”nde, Albert Camus, Sisifos' hakkındaki Yunan efsanesini (sonsuza kadar bir kayayı bir tepeye çıkarmaya mahkum edilen, ancak her seferinde aşağı yuvarlanan kayayı tekrar tepeye çıkarmaya çalışır) kendi analojisini örneklendirmek için kullanır. Varlığın anlamsız olduğu, ancak Sisfos’un nihai olarak görevinde anlam ve amaç bulduğu söylenir.

Hayatının çoğunu Sartre ile birlikte geçiren ve önemli bir varoluşçu olan Simone de Beauvoir, eserlerinde feminizm ve Varoluşçuluk etiğini ele almıştır.

Her ne kadar Sartre en kabul görmüş varoluşçu ve çoğu kişi tarafından kendi başına önemli ve yenilikçi bir filozof olarak düşünülse de diğerleri onun katkılarından daha az etkilendiler.

BİLİNÇ VE VAROLUŞ MESELESİ

Varoluşçular, bilincin öncülüğüne inanan Rene Descartes’ın tersine, insanın “düşünerek yaratılamayacak” somut ve kapsamlı bir evrene “fırlatıldığını” ve bu nedenle varlığın (dünyada olmak) bilinçten önce geldiğini öne sürerler. Bu durumda, varoluş eski Yunanlılara ait geleneksel felsefi görüşlerin aksine, özden önce (öz, hayata atfedilen anlamdır) meydana gelmiştir. Sartre’ın dediği üzere: “İlk önce [Adem] hiçbir şey değildir; ancak sonradan bir şey olacak ve kendisi de bir birey haline gelecektir.” diyor.

Kierkegaard akılcılığı, insanların varoluşçu endişelerine, dünyadaki korkularına karşı koymak için kullandıkları bir mekanizma olarak görüyordu. Sartre ise akılcılığı, “kötü niyet” olarak tarif etmektedir; bu da benliğin temelde mantıksız ve rastgele bir görüngüler dünyasına (öteki) karşı varlığını dayatma girişimi olarak görür. Bu kötü niyet, özgürlüğün anlamını bulmamızı sağlar ve kendimizi gündelik tecrübe içinde sınırlamamızı engeller.

Kierkegaard, bireylerin evrensel, objektif standartlar olmadan kendi yollarını seçmeleri gerektiğini de vurguladı. Öte yandan Friedrich Nietzsche, bireyin hangi durumların “ahlâki durum” olarak sayılması gerektiğine karar vermesi gerektiğini düşünüyordu. Dolayısıyla Varoluşçular, kişisel tecrübelerin ve kişinin kendi inançlarıyla hareket etmesinin gerçeklere ulaşmada çok önemli olduğuna ve bu durumun içinde olan birinin durumunu anlayamaması halinin, objektif bir gözlemciye göre daha üstün olduğunu düşürler.

Varoluşçuluk, ateist (tanırtanımaz), teistik (tanrıcı) veya agnostik (bilinmezci) olabilir. Nietzsche gibi bazı varoluşçular “Tanrı öldü” diyerek Tanrı kavramının eskimiş olduğu ilan etti. Kierkegaard gibi başkalarıysa, bunu haklı gösterecek durumda hissetmedikleri halde, oldukça dindardılar. Varoluşçular için önemli olan, iman etmek veya inanmamak ayrımındaki seçme özgürlüğüdür.

Varoluşçuluk bizi efsaneler üzerine kurulmuş olan tarihin geleneklerinden kurtarmayı hedefler. Varoluşçuluk felsefesinin sürmekte olan popülaritesi, post modern bir bağlamda mutlak gerçeğin olmadığı, kişisel tercih özgürlüğü ve bireycilik düşüncelerinin yaygınlığından dolayı hâlâ yüksektir.

Varoluşçuluk ile ilgili sorun, bizi mutlak temelsiz bırakmasıdır. İnsanlara (her şeyi) hakikatle yaşayacaklarına ve bu bilginin ulaştığı bilgeliğe uymaları şartıyla, mutlak gerçeklere ulaşacaklarını söyler.

“SAÇMA”

Saçma fikri, birçok varoluşçu eserde, özellikle Camus’de temel bir tartışma konusudur. Saçmalık, iki şey arasındaki kontrastı tasvir eden bir kavramıdır. Camus, Sisifor Söyleni’nde şöyle diyor: “Saçma, insani ihtiyaçla dünyadaki mantık dışı sessizlik arasındaki çatışmadan doğar.”

Sartre tarafından da paylaşılan bu görüş, insanlığın onlara karşı düşman ya da kayıtsız olan bir dünyada yaşamak zorunda olduğu yönündedir. Evren asla insanlığa gerçekten arzuladığımız biçimde bakmaz. Bu ifadedeki özetlenen tanrıtanımaz düşünce, insanlara, bu boşluğu doldurmak amacıyla gerçek-üstü ve onların ihtiyaçlarını tatmin etme hedefini taşıyan hikayeler veya tanrılar yarattırmaktadır.

Saçma’yı tartışan felsefi akıma absürdizm adı verilir. Absürdizm, varoluşçuluğun bir dalı olarak görülebilirken, yalnızca varoluşçu bir görüşle sınırlı kalmayan belirli bir fikir akımıdır.

Soren Kierkegaard, kendisi dindar olmasına rağmen, Tanrı’yı tanımak ya da Tanrı’nın amacını anlamak olanaksız olduğu için, Tanrı’ya saçma nedenlerle iman ettiğini ilan etmiştir. Sisifos Söyleni’nde Camus saçma olana karşı en uygun ve akılcı tepki olarak intiharı işaret etmekteydi; ancak bunun çok tatmin edici veya değerli bir tepki olmadığını da itiraf ediyordu.

POLİTİK TERCİHLER

Varoluşçuluk, belirli bir politik akıma eklemlenmez; ancak bu felsefenin temsil ettiği kişilik ve tercihe ilişkin siyasi bir tavır gösterir. Dünyanın tanınmış varoluşçularının çoğu bireysel özgürlük için aktif bir şekilde savaşıyorlardı.

Özgürlüğün tanımı, kısmen bu grubun siyasi çeşitliliğine dahil olan varoluşçu kavramları kullananlar arasında değişir. Anarşist varoluşçuların çoğu, iktidarların yıkılması gerektiğini savunur; hata yapma ve kişinin deneyimlerinden öğrenmesinin insanlık açısından doğal yol olduğunu vurgularlar. Sartre gibi diğerleri, komünizmi gerçek bir özgürlük durumu olarak görüyorlardı; çünkü artık yiyecek ve barınak gibi hayatın ihtiyaçlarıyla yükümlü olmazdık ve daha aktif biçimde kendi kendimizi geliştirme arzusunu yerine getirebilirdik.

Tanımdaki bu çeşitliliğe rağmen, asıl konsept basittir: Özgürlük varlığın özüdür. Bir kişinin özgürlüğünü kısıtlamak onu öldürmek demektir.

Her ne kadar bu saçma dünyada anlamsız bir hayata yazgılı olsak da varoluşçular dünyadan kolayca vazgeçmezler. Aralarından bazıları için Samuel Beckett’in efsanevi cümlesinde özetlenen ve Sisifos’un dramını hatırlatan varoluşumuza duyulan derin bağ, sonsuza dek bâki kalacaktır: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!”

Kaynaklar:

http://www.philosophybasics.com/branch_existentialism.html

http://age-of-the-sage.org/philosophy/existentialism.html

https://faculty.frostburg.edu/phil/forum/Existentialism.htm

http://www.philosophy-index.com/existentialism/

http://www.spaceandmotion.com/Philosophy-Existentialism.htm