Varoluşsal tehdit ve sosyalistler!

Kendini sosyalist, devrimci gören hepimizin yapması gereken mevcut iktidarın gitmesine destek vermek ve olabildiği ölçüde süreci muhaliflerin nefes alacağı bir özgürlük eksenine taşımaktır.

Abone ol

Mehmet Türkay*

Bir şeye kafa yormak ile bir şeye baş koymak arasındaki olması gereken bağı kurmak sol siyaset açısından her zaman önemli bir tartışma olmuştur. Ancak Türkiye'de son süreçte yaşananlar, teori-pratik tartışması ya da ayrımının önemsizleştiği bir duruma işaret ediyor. Sol siyasete dair yaşanan süreci anlamlandırmaya çalışanlar açısından bakıldığında iki pozisyon söz konusu. Bir taraf bilindiği üzre sadece akıl verir, söylenenler yanlış olmasa da gerisine karışmaz. Diğer taraf bu söylenenleri pratiğe nasıl tahvil edeceğini tartışmaya başlar. Bu kadim bir sorundur. Memleket meselesi üzerine kafa yormak elbette kıymetlidir ancak bu süreçte üretilenlerin hayata değmesine dair de bir çaba olması gerekmez mi? Elbette gerekir ve bunu yapan ve yapmayanlar ve/veya yapamayanlar var. Elbette buradaki sorun yapmayanlarla ilgilidir. Bir şey yapmanın tarifi elbette kimsede değil. Ancak ne yapılması gerektiğini söyleyenlerin boynunun borcudur. Burada kastettiğim söylemin vücut bulması, bir haliyle itirazın ete kemiğe büründürülmesi gerekliliği.

TARİHSEL BİR PERSPEKTİFE SAHİP OLMAK!

Buraya kadar yazdıklarım elbette bir temenni ve tespit. Türkiye’de yaşanan süreç göz önüne alındığında bu temenninin hayata geçmesi zor ve gittikçe zorlaşacak gibi görünüyor. Çünkü İslami muhafazakârlık kendi dışında kimseye hayat hakkı tanımayacak. Böyle bir durumda sosyalistlerin sorunu ideolojik değil, tarihsel bir perspektif üzerinden okumaları önem kazanmaktadır. Bunun anlamı, içinde yaşanılan toplumla bağ kurmanın önünü açmasıdır. Tarihsel bir perspektif mevcut iktidarın ileriye dönük hamlelerinin doğru okunmasını sağlayacaktır. Tarih karşısında kendimizi önemsizleştirebiliyorsak iyi bir tarih okuması yapabiliriz. Kapitalist Modernizmin "ben" merkezli tarih okumasının dışına çıkabiliriz.

Kapitalist modernizmin kendinden önceki dönemi ya da farklı olanı "ilkel" olarak tanımlayan söylemi, zaman içinde icat edildiği coğrafyada kendi ayağına dolandırıldı. Dolandırıldı çünkü modernizmi güçlü kılan teknolojik olanaklar iktidar mücadeleleri sonucunda premodern güçlerin kullanımına geçti. Elbette premodern unsurlar modern olanın olanaklarını kullanarak hem kendilerini tahkim ettiler hem de topluma bu yolla mesaj verdiler. Verilen mesaj; demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam. Malum olduğu üzre geçmiş birkaç yüzyılın tarihsel burjuva talepleri kendi bağlamlarından kopuk bir biçimde, üstelik premodern bir anlayışın meşruiyetine hizmet etti bu topraklarda.

BUGÜNÜN SORUNLARI CUMHURİYETİN KURULUŞUNA İÇKİN!

Burada parantez açıp, tarihsel bir vurguya ihtiyaç var. İktidar, söz konusu “burjuva” talepleri meşruiyet aracı olarak kullanmıştır ancak kendi varoluşunun tekabül ettiği yer “sermaye”dir. Burjuvaziye tarihsel misyonunu veren feodal beylere karşı verdiği mücadeledir. Bilindiği üzre sanayi devrimiyle başlayan dönüşüm bir kısım burjuvayı sermaye sınıfına dönüştürmüş ve bu süreçle birlikte tarihsel bir kategori olarak burjuvazi ortadan kalkarken sermaye sınıfı kendisini tahkim etmeye başlamış ve burjuva aydınlanmasından gelen tarihsel olanakları kullanmıştır. Dolayısıyla “geçiş süreci” olarak adlandırılan dönüşüm, sermayenin bir sınıf olarak tahakkümüyle sonuçlanmış ve tüm karşı çıkışlara rağmen bugüne taşınmıştır.

Türkiye açısından baktığımızda kuruluş sürecinin gereklikleri ve koşulları kendi tarihselliğinde değerlendirildiğinde yüzde doksanı köyde yaşayan, tarımla kendini idame ettiren bir toplum söz konusu. Tercih kapitalist bir modernleşme. Bilindiği üzre bu tercih bir ulus devlet inşası anlamına gelir. Ulus devlet inşası aynı zamanda bir dışlama/içerme işleyişiyle mümkün olacaktır, bütün ulus devlet inşalarında olduğu gibi. Bu inşa süreci elbette zor kullanmayı da içerir. Çünkü ulus fikri bir kurgudur dolayısıyla hayata geçmesi devlet zorunu beraberinde getirir. Bu anlamda cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan kıyımlar, dışlamalar bu mantığın olağan işleyişidir. Elbette bu süreçte yaşananları olumladığım anlamına gelmez buraya kadar yazdıklarım. Ancak ulus kurgusu ve bu kurgunun ulus devlete dönüşme süreci dünyadaki bütün deneyimlerde de böyle hayata geçmiştir.

VAROLUŞSAL BİR TEHDİT İLE KARŞI KARŞIYAYIZ!

Bugün gelinen aşamada mevcut AKP iktidarı kuruluş yıllarında yaşananların bir anlamda intikamını almaya dönük bir anlayışla hareket ediyor. Cumhurbaşkanının gençlere seslenirken karşımızda “düşmanlar” var vurgusu kendi başına mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Çünkü bu bir anlamda “cihat” çağrısıdır. Bilindiği üzre iktidarlar güç kaybettiklerinde radikal söylemlerle kendi kitlesini toparlamaya çalışır. AKP an itibariyle devletin bütün kurumlarını kendi adına gasp etmiştir. Böyle bir koşulda yapılacak seçim zorlu yaşanacaktır.  İktidarın seçim sürecini provoke edip yönlendirmesi mümkün ve önemli bir durumdur. Başkanlık ve meclis seçimi bu anlamda çok önem arz ediyor. Mevcut ittifaklar açısından bakıldığında Emek ve Özgürlük ittifakı seçim sürecinin nasıl yaşanacağına dair kritik bir pozisyona sahip. Elbette böyle bir pozisyonun sorumluluğu da Türkiye’de yaşayan tüm halklar açısından çok önemli. Bilinen bir tartışmadır; genel olarak Türkiye’de sol, sosyalist hareketlerin seçim konusunda kategorik bir karşı çıkışları var ve bazı kesimlerde devam etmekte. Elbette bu pozisyon alışın kendi içinde haklı nedenleri var. Ancak, bu pozisyon alışın gerçek karşılığı siyaseten güçsüz olmakla ilgili. Bilindiği üzre güçsüzlük, her zaman daha sert çıkışları beslemiştir. Bazen gerekli olabilir ancak beklenilen sonuç genel olarak vuku bulmaz.

Yukarıda yapılan tarihsellik vurgusu burada önem kazanmakta. Esasen genel siyasal denklemin içinde olmayan ancak HDP üzerinden sürece müdahil olunan bir durum söz konusu. Genel olarak sosyalistler için bu güçsüzlüğü güce çevirecek tarihsel bir andır. Şu anki gerçeklik, görünürde iki ittifak arasındaki mücadelenin belirlediği bir süreç içinde yaşanıyor. Ancak Emek ve Özgürlük olarak adlandırılan iradenin alacağı tavrın belirleyici olacağı her anlamda net olarak görünür durumda. Burada sorun CHP’nin samimiyeti ve sorumluluğuyla ilgili. Zor bir ittifak içinde olduğu, ittifak içindeki sağ bloğun kendince çizdiği sınırlar açık. Ancak bloğunun da bu durumu hissettiği ortada. En kötü ihtimal bloğun sağ tarafı ideolojik bir refleksle bloğu dağıtabilir.  Bu durum AKP’yi güçlendirir, ancak sağ siyasetin kendi içindeki mücadelesi bu durumun sınırlarını belirleyecektir.

Genel olarak sağ siyasetin kodlarının değişmediğini düşünmek hakkımızdır ancak onlar şimdi sosyal demokratların desteğine muhtaç. Görünen o ki, eğer araya bir devlet aklı girmezse, CHP’nin sağa meyletmiş tavrı bir karşılık bulabilir. Ancak karşımıza ne çıkar diye düşündüğümüzde rivayet muhtelif. Dinsel muhafazakarlık ve geleneksel muhafazakarlığın asli kabul gördüğü bir toplumda sistem içi bir muhalefet açısından uzun dönemli bir strateji olarak makul görünmelidir. CHP’nin işi zor görünüyor. Siyaseten kendilerinin de mutlu olmadıkları bir ittifakı sürdürüyorlar, ancak içinde bulundukları ittifakın da eğer sistemi değiştirmek istiyorlarsa HDP ve diğer sosyalist temsil kabiliyetine sahip taraflar karşısında olumlu, net bir tutum almaları gerekir. Başka örnekleri var mı bilmiyorum olursa bu ilk olur. Millet İttifakının kurulan Emek Demokrasi İttifakı’nın desteğini alması HDP‘den geçiyor. Muhalefet ve diğerleri açından HDP desteği için net bir duruş gerekiyor. 

Türkiye, tarihsel bir çıkmaz durumuyla karşı karşıya. Genel olarak siyasetin kodlarının anlamsızlaştığı bir süreç yaşanıyorken AKP, yaklaşık yüz yıllık bir sürecin muhasebesini çıkartıyor. Siyasal İslam’ın görünen yüzü yaklaşık yirmi yıldır, toplumun mayası da müsait olduğu için bu ülkeyi tanımlıyor. Bu mayanın çözülmeye başladığı umuduyla, kendini sosyalist, devrimci gören hepimizin yapması gereken mevcut iktidarın gitmesine destek vermek ve olabildiği ölçüde süreci muhaliflerin nefes alacağı bir özgürlük eksenine taşımaktır. Bu strateji kendi varoluşumuzun da yolunu açacaktır. Çünkü biz çok azız. Ancak varız.

*Prof. Dr. (E.), Marmara Üniversitesi, İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü.