Bir ülkeyi sifon deliği gibi içine çekme ihtimali olan bir deprem insanı çok çaresiz hissettiriyor. Sifon deliğinde yitip giden ülke metaforu da neresinden bakarsak bakalım oldukça ürkütücü. Jeolog Cem Yaltırak şunu söylüyor: “Marmara Bölgesi küvetin içindeki sifon deliği gibi bütün ülkeyi çeker götürür.”
Arkamız önümüz hep deprem. Türkiye deprem haritasına bir göz atmak bile Madenlilerin deyişiyle “insanı kupkuru ediyor.” Feci biçimde korkutuyor yani. Maden demişken, merkezi Sivrice olan 25 Ocak depreminde civar yerleşim yerleriyle birlikte orası da büyük tehlike yaşadı. Üflesen yıkılacakmış gibi görünen Maden evlerinin depremle imtihanından oldum olası korkarım zaten. Fakat sırtını dağa vermiş Madenliler o dumanlı dağa güvenir, “Burası sağlamdır” derler. Ne yapsınlar? Binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları dağdan başka neye güvenecekler? Miniğim, çirkinim, şirin Madenim benim...
Deprem de siyasetiyle geliyor. Sonra da o siyaset enkazın üstünü tümüyle kaplıyor. Depremdi, seldi veya salgın hastalıktı bunların hiçbiri, siyasetin büyük anlatısının yeni “entrikaları” olmaktan öte bir muamele göremiyor. Bu depremde de can ve mal kaybının üzerinden hızla geçildi ve ilgisiz konular dile dolandı. Ekrem İmamoğlu’nun Palandöken’deki bir kayak merkezinde geçirdiği birkaç gün Türkiye medyasında neredeyse Sivrice depremi kadar yer kapladı.
Çoğu insan gibi ben de İmamoğlu’nun deprem bölgesinden Erzurum’a “geçiverme” hızına şaşırdım ve kızdım. Depremin üzerinden kayar gibi bir geçiş olduğunu düşündüm önce... Fakat sonra kaçınılmaz olarak meseleyi daha dikkatle ele almak gereği duyuyorsun. Sonuçta bu “kayma”nın esasen başka bir yerde gerçekleştiğini görüyorsun. Yıllar yılı ödediğimiz ve nereye gittiği bilmediğimiz deprem vergileri, Kızılay üzerinden milyonlarca liralık bağışı Ensar Vakfı’na aktarmalar ki bu vakıf babamızın vakfı değildir. Şiddeti 7 ve üzeri olan herhangi bir depremde binlerce insanımızın katliama maruz kalmış gibi ölüp gidebileceği, sifon deliğine yuvarlanacağımız gerçeği filan...
İşte böyle. Biz Palandöken’e bakarken sorumlular hakikat üzerinden buz gibi kayıp uzaklaşmış. İmamoğlu ailesinin kısacık tatili Allah’ın lütfu olmuş. Yine denk gelmiş ve AKP siyaseti “kayak” merkezine manzarasını kurmuş. Hesap vermeyen, hukuksuzlaşmış ve şeffaflığını tümüyle yitirerek matlaşmış bir devlet ve siyaset karşısında yine çaresiz kalmışız.
İmamoğlu’nun Türkiye’nin yakın geleceğinde önemli bir siyasi figür olabilme ihtimalini herkes görüyor. Önümüzdeki seçimlerde Ekrem İmamoğlu muhalefetin farklı bileşenlerinin oluşturacağı geniş bir ittifakın Cumhurbaşkanı adayı olmaya en yakın isim. Bu yüzden de AKP İstanbul seçimlerini katakulliye getireyim derken siyaset sahnesinde yıldızının parlamasına bizzat katkıda bulunduğu İmamoğlu’ndan kurtulmaya, bir hayal kırıklığı olduğunu ispatlamaya ve ondan milli bir “hüsran” figürü yaratmaya çalışıyor.
İmamoğlu’nun üzerine giden sadece AKP ya da yandaş medya da değil. Bir kısmı CHP içinde ya da etrafında örgütlenmiş olan ulusalcı kesim de İmamoğlu’ndan hazzetmiyor. İmamoğlu’nun toplumsal meselelere ve toplumun kutuplaştırılmaya çalışılan farklı kesimlerine özgürlükçü yaklaşımı, hem mütedeyyinlere hem Kürtlere temas etme çabası, sekter ve elitist bir ulusalcılığı rahatsız ediyor.
İlginç bir biçimde, İmamoğlu’na yakınlık hisseden çevrelerde de bu orantısız yüklenmelere hızlıca eklemlenen çok oluyor. Kimi zaman hedefini şaşırmış bir adil olma takıntısı, eğriye eğri doğruya doğru deme konusundaki abartılı bir titizlik bunun başlıca sebebi.
Ekrem İmamoğlu’nu ve genel olarak CHP’yi karalamanın en kestirme yolu da onun HDP ile olan irtibatını kriminal bir irtibatmış gibi kodlamaktan geçiyor. CHP de İmamoğlu da -araya kimi zaman FETÖ metö gibi ithamlar karıştırılsa da- esas olarak buradan karalanıyor. AKP’nin FETÖ ile olan mazisinin ve FETÖ ile mücadeleyi fırsatçılığa dönüştürerek muhalefeti tümden tasfiye etme çabalarının neticesinde Fetöcülük ithamları etkisini yitiriyor ve akıl almaz bir “pişkinlik” olarak algılanıyor. Fakat Kürtlerle ve HDP’yle ilişkiyi hedef alan bir karalama faaliyeti Türkiye’nin batısında hâlâ bir karşılık bulabiliyor.
İmamoğlu karşıtlığının diğer taktiği de onun karşısına Mansur Yavaş’ı çıkarmak. İşinde gücünde ve kendi yerel yönetim çevresinde gürültüsüz bir başkanlık iddiası ortaya koyarak devam eden Mansur Yavaş şu sıralar en azından sosyal medyada AKP’lilerden epeyce övgü alıyor. Fakat bu iki figürü birbirinin karşısına dikme çabası şimdilik epeyce nafile bir çaba gibi görünüyor.
HAFIZA DİYE BİR ŞEY VAR
Kayağa gitti diye Elazığ depremine gösterdiği ilgi hiçlenen ve samimiyetsizliği kanıtlanmaya çalışılan Ekrem İmamoğlu, eylül ayında Silivri açıklarında yaşanan Marmara depreminin bir gün sonrasında, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay başkanlığında düzenlenen toplantıya çağrılmamıştı bile. Kendi yönetim bölgesindeki acil durum ve afet müdahale toplantısından bile isteye dışlanmıştı! Şimdi hangi yüzle siyaset üstü bir konu olarak depremden ve samimiyetten söz edebiliyorlar? Bundan da öte, HDP’li belediyelerin deprem bölgesine yolladığı yardımı engellerken, İmamoğlu’na neyin hesabını soruyorlar?
Bu tablo içinde Ekrem İmamoğlu’ndan bir “hüsran” figürü çıkarıp çıkaramayacaklarına yeniden bakalım. Maalesef burada da bir iletişim bilimci olarak AKP’ye vereceğim haber kötü. İmamoğlu’nu “hüsran” kaynağı bir figüre dönüştürme çabası onu bir fantezi figüründen uzaklaştırarak “gerçek bir siyasi figür” olmaya daha da yaklaştırıyor.
İngiliz yazar ve psikoterapist Adam Phillips; “Hüsran duygusu hissetmezsek gerçekliğe ihtiyaç duymayız ve gerçeklikle başa çıkmak için gerekli araçlara sahip olup olmadığımızı keşfedemeyiz. İnsanlar bizi hüsrana uğratarak gerçeklik kazanır; hüsran duygusu yaratmadıkları müddetçe fantezi figürler olarak kalırlar” der (s.32). Bunu yakın ilişkiler, aşk ilişkileri ve yine bir tür aşk ilişkisi olduğunu düşündüğü ebeveynlik ilişkileri için dile getirir. Aslında lider figürleriyle olan ilişki de böyle bir ilişkidir. Aşk nefret ilişkisi. Yüceltmeler ve değersizleştirmelerle işleyen bir ilişki. İlişkinin bu boyutunda yaşanacak “hüsran”dan korkmamak lazım. O zaman işte otoriter bir liderle kurulan fantezi ilişkisi yerini demokrat bir liderlikle kurulan “gerçek” bir ilişkiye, gerçek bir kişiliğe bırakabilir. Tam da ihtiyacımız olan şey.
Bana kalırsa, kayyım atamaları üzerine Diyarbakır’a giderek Adnan Selçuk Mızraklı ve Ahmet Türk’le bir araya gelmekten çekinmeyen, görevden almaların hemen ertesi günü tepkisini ortaya koymuş olan Ekrem İmamoğlu, “gerçek” bir siyaset adamı cesaretiyle davranmıştı zaten: “Milletin iradesi çok önemlidir. Milletin iradesini yok saymak çok büyük bir hatadır (…) Şiddetle kınıyorum. Karşısındayım (…) Herkes haddini bilecek” dediği zaman bir fantezi figürü olmadığını apaçık göstermişti.
Kayağa gitme konusunda da söylediği her cümleye katılmamız gerekmiyor fakat “Sekiz yaşındaki kızımın çocukluğunu es geçemem” derken de hataları ve sevaplarıyla “gerçek” bir kişi olma cesareti gösterdiğini de kabul edebiliriz. “Gerçeğin” sorunlu doğasını bile bile onda ısrar etmek zorundayız hasılı… Başka yolumuz yok.
Murat Sevinç’in şahane yazısında dediği gibi siyasal İslam’ın iktidarına seçimle son verecek deneyime sahibiz. Yeter ki bu deneyime sahip çıkma yollarını bilelim ve bu yolları güçlendirelim.
O vakte kadar bırakalım İmamoğlu’na da dikkat yönelttiğimiz her siyasi figüre de “hüsran” desinler. Siyasetin düşlerden, fantezilerden kurtarılma ve gerçekle ilişki kurma ihtiyacı hiç olmadığı kadar büyük zira...