Vatandaş hesap verecek

“Nerede bu devlet” yakarışının sembolize ettiği yetersizlikleri defalarca izledik. Felaket anlarında, yıkıcı sorunlar karşısında, kronik veya akut dertlerde yetemeyen, yetişemeyen, bazen de deva olmaya hiç niyet etmeyen, gerek bile görmeyen, hatta bu konudaki fazla ısrarı azarlayan “yönetici” performanslarını sık sık izledik. Artık yeni ve daha ileri bir aşamadayız galiba.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Devletin asıl işi “çarkların işlemesi”, teklemeden dönmesi ve güvenliği. Aksi ne kadar gürültülü biçimde söylense veya iddia edilse de, vatandaşların güvenliği, esenliği ve refahı değil. Kimin ve neyin korunacağı, o çarkların nasıl kurulduğuyla en baştan belirleniyor zaten. “Çarkların dönmesi” denilince -öyle bir imaj verilmek istense de- büyük bir denge ve uyumla işleyen sihirli bir makinadan bahsetmiyoruz; dişlilerinin arasında insanların can verdiği bir düzen sözü edilen. Geniş yığınların hak ve beklentilerinin bu kurulu işleyişe zarar vermeyecek halde tutulması ve mümkünse çarkların önemine ikna (olmazsa itaat) sağlanması, devletin en önemli güvenlik hassasiyeti.

Bazı ülkeler, yaratabildikleri illüzyonlarla geniş kesimleri “işleyen çarkın” kendileri için de döndüğüne inandırıyor; sistem ve kurumsallaşmayla “düzeni” sağlama alıyor veya almaya çalışıyor, makinanın daha az gürültü çıkartması için gerekli “yağı” eksik etmiyor. Bazı ülkeler ise korunmaya çalışılan çarkı tartışmanın tamamen dışına taşıyıp, kendi varlığını öne koyuyor ve buna hamasi misyonlar yüklüyor. O ülkede yaşayan herkesi –hatta dünyanın geri kalanını- kaba bir gardiyandan fazlası olmayan ama yalan kutsallıklar atfedilen bir makinaya saygıya, itaate mecbur tutuyor. Çarkların insanları eze eze, ürkütücü gürültüler çıkartan bir korku aygıtına dönüşmesini daha işe yarar buluyor.

Hemen her gün bir örneğini görüyoruz: Hakkını arayan bir avuç işçi yürümek için yola çıksa; bir grup öğrenci iki sloganla sesini duyurmaya kalksa; acılarını, kayıplarını hatırlatan insanlar bir eylem yapmak istese, devletin bütün gücünü onların üzerine gönderebildiğini, dakikalar içinde organize olup binlerce güvenlik görevlisinin gazlarıyla, coplarıyla hazır hale geldiğini seyrediyoruz. Atılan bir sosyal medya mesajının izini sürüp hemen insanları derdest edenlerin, onlarca başvuru yapan bir kadını, bir çocuğu koruyamadığını da seyrediyoruz. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” lafına rağmen, devletlerin insan yaşatmaktan daha imhasına enerji ve kaynak ayırdığını, bunu söyleyenlerin de hain ilan edildiğini biliyoruz.

Devletin gerçek kapasitesi, para harcarken de aynı: Devletin en tepesinden “biliyor musunuz bunlar kaç para?” diye sorulan mermileri kullanmak için bulabildikleri paraları biliyoruz. İmkan yok, para yok, gerek yok denilerek görmezden gelinen ihtiyaçlara bulunamayan paranın, istenen noktalara nasıl oluk oluk aktığını izliyoruz. Hemen her gün gördüğümüz bu tercihlere bakınca, devletin aslında ne için var olduğunu, hangi işe baktığını, neyi önemsediğini çok kolay anlıyoruz. Bütün bunlar bugünün meseleleri değil, bu düzen yeni kurulmadı elbette. Şimdi yaşadığımız sarsıntı, bunu saklama gereği duymayan küstahlıkla fazla yüz göz olmak.

“Nerede bu devlet” yakarışının sembolize ettiği yetersizlikleri defalarca izledik. Felaket anlarında, yıkıcı sorunlar karşısında, kronik veya akut dertlerde yetemeyen, yetişemeyen, bazen de deva olmaya hiç niyet etmeyen, gerek bile görmeyen, hatta bu konudaki fazla ısrarı azarlayan “yönetici” performanslarını sık sık izledik. Artık yeni ve daha ileri bir aşamadayız galiba. Yetersizliği örtülü bir mahcubiyetle sineye çekmeye niyeti olmayan, sessiz kalmak yerine yaşananın açık bir tercih olduğunu göze sokan, kafaya kakan bir yaklaşım bu. Malumun ilamının fazla kaba bir gösterisi. İyiymiş gibi yapmaya ihtiyacı kalmamış organize kötülüğün serbest yükselişi (veya düşüşü).

Devlet yetkililerinin açıkça dile getirdikleri sorumsuzluk, onlar için ve onlar adına ses veren televizyon sunucularının açıkça savunmaya başladığı bir hakikat: “Sizden her şeyi isteyen, her şeyinizi kontrol etmeye kalkan devletten fazla bir şey beklemeyin, biraz sorumluluk alın, kendi başınızın çaresine bakın ve herhangi bir sorun için hesap sormayı aklınızdan bile geçirmeyin.” Hâlâ içinde olduğumuz salgın, olayın sadece bir kapasite meselesi olmadığını gösteren örnekleri önümüze getirdi. “Salgını ben mi çıkarttım” diye soran Trump’ın yeniden kazanma olasılığından korkuluyor. Alay ettikleri hastalığa yakalanan liderlerin popülaritesini artırdığı araştırmalardan söz ediliyor. Her türden mağduriyete el koyarak silaha dönüştürebilen bir beceri bu.

“Uyarıları dikkate almadınız, hastalık yayıldı; güvenli olmayan binalarda oturmaya devam ettiniz yıkıldı; dünya bize saldırırken kanaat etmediniz ekonomik göstergeler bozuldu.” Başlarına gelen her şeyin sorumlusu ilan edilen insanların, sorunların bütününden ve başkalarının başına gelenlerden de sorumlu tutulmaya başlandığı bir seviyeye doğru ilerliyoruz. Sadece yaşadığı sorunlarla ilgili devleti sorumlu tutması yasaklanan insanlar yok artık. Yaşanan sorunların sebebi gösterilen, açıkça suçlanan hatta bazen hedefe konulanlar söz konusu. Problemler için önerilen “akıl verme, borç verme veya ev satma” seçenekleri karşında minnet duyulmaması da bu suçlamayı büyüten faktörler.

Vatandaş-devlet ilişkisinin sorunlar ve sorumluluklar başlığında şöyle ilginç bir seri yaşadık: Birinci aşama, “çok sorun var elimizi tutmasalar hepsini çözeriz.” İkinci aşama, “herkesi memnun edemezsin, ettiklerin yeter.” Üçüncü aşama, “bazı kesimler bedel ödeyecek, olur o kadar.” Dördüncü aşama, “sıkıntıların sebebi bizi engellemek isteyenler.” Beşinci aşama, “verin tam yetkiyi, merak etmeyin gerisini.” Altıncı aşama, “olmadıysa bir sebebi var.” Yedinci aşama, “yaşanan sorunlardan bizi sorumlu göstermek nankörlük.” Sekizinci aşama “ortada bir sorun mu var Allah aşkına?” Dokuzuncu aşama, “Ama siz de hiç sorumluluk almak istemiyorsunuz.” Herhalde onuncu aşamada iktidar vatandaşlara, “bunların hesabını vereceksiniz” diyecek.

İnsanlar ve özellikle de iktidarı desteklemiş olanlar, önce sorunlarına ikna edici ve uzun süreli bir iyimserlik yaratacak bir çözüm önerisi getirilmemesinin hayal kırıklığını yaşadılar. Ardından sorunlarla ilgili iktidarın sorumsuzluk ilanını ve bizzat yaşadıkları sorunların varlığının reddedilmesini şaşkınlıkla izlediler. Şimdi başlarına gelenlerden aslında sadece kendilerinin sorumlu tutulduklarını öğreniyorlar. Deprem güvenliği olmayan evlerde oturmak zorunda kalmanın, kırmızı ışıkta geçmek gibi bir kişisel sorumluluk olarak sunulabilmesinin başka bir izahı olabilir mi?

Tüm yazılarını göster