Çok kızacak ehl-i muhalefet, “ne edelim elde bu var, bari bunu yıpratmayalım, AKP’ye yarar” diyecekler, ama kusura bakmasınlar. Memlekette bir yoksulun bağırsakları azıcık fazla çalışsa, aman AKP’ye yarıyor, diye panikleyen bir partili muhalefet var. Hal böyleyken bırakın battı balık yan gitsin. Bakalım ne oluyor?
Denir mi öyle hiç? Niye batsın balık? Dümdüz yolunda gitsin? Balığın, batmaması ve tabii düz gitmesi için bir şeyler yapmak lazım. O da öyle kendisi de batmakta olan geminin güvertesinden, ikinci kaptan pozuyla talimatlar vermekle olmuyor. Omurgası dağılmış, çenesi kırılmış, döşeği can havliyle çığrışan farelerce istila edilmiş bir geminin güvertesi de dünyanın en konforlu yeri olmasa gerek. Kaptan çıldıralı çok oldu. “Hafıza denizi”ne kırdı dümeni nicedir. Hepimizi, zihnini meşgul edip dilini sürçmelerle sakatlayan, bu işe kendilerinin de pek şaşırmış olduğundan kimsenin şüphe etmediği, ecdadının hayal(et)i olmaya zorluyor. Biz de ne yapalım, gülüyoruz ağlanacak halimize. Çılgın Kaptan’ın yerini almaya talip mürettebata baktığımızda aldığımız mesajlar çok karışık. Boş bulunup dediklerine harfiyen uysak, Allah muhafaza, başı kesik tavuk sürüsü gibi koşturup duracağız ortalıkta. Biz bunu hak edecek ne yaptık?
Başlıktaki “Vatandaş Kemal”e kanmayın, yok birbirlerinden farkları. Hele son zamanlarda kendilerini toplumun, olduğu yerden muhalefet etmekten başka çaresi kalmayan kesimlerinden korumak için öyle şeyler söylüyor, hatta zaman zaman seslerini de o kadar yükseltiyorlar ki, “insan hayret ediyor.” Ya hu, el insaf, yan yana durmaları, taleplerini yükseltmeleri, dillendirmeleri gereken insanlarla niye bunca mesafe kor arasına muhalefet partileri. Nedir yani? Aklımıza kötü şeyler mi getirelim? Sıraları gelince onlar da çıldırmak istiyorlar, bu halleri o yüzden deyip umutsuzluğa mı kapılalım iyiden iyiye? Eğer Çılgın Kaptan’ın “hafıza denizi”nde “mutlak umutsuzluk” akıntısına kapılmak istemiyorsak konuşmamız lazım. Dertlerimizi de, beklentilerimizi de, şikâyetlerimizi ve eleştirilerimizi de söyleyeceğiz elbette. Her kafadan bir ses çıkacak, daha önce varılamayan bu uzak menzile evvelden defalarca denenen fırtınalı rotalar takip edilerek gelindi. O rota üzerindeki işaretler hiç iyiye alamet olmasalar bile, sırf kaptan ve mürettebat onlara aşina oldukları için takip edildiler. O zaman, artık aşina olunmayan işaretlere bakmak, o ateşîn fırtınalarda hamken pişmiş, artık yanmakta olan gemi ahalisinin tavsiyelerine kulak vermek lazım.
EYYY TOPLUMSAL MUHALEFET, SEN DE KİM OLUYORSUN?
Clubhouse’da muhalefet partilerinin temsilcileri, milletvekilleri sık sık ahali ile ses sese tartışmaya başladılar. Ağır ve zor sorularla karşılaşıyorlar haliyle. İyi de oluyor. Ama şu ya da bu meselede neden harekete geçmiyorsunuz minvalindeki hemen her soruya, tercümesi “elden ne gelir?” olan şu cevabı veriyorlar: “Efendim toplum da meselelerine sahip çıkmıyor, örgütlenmiyor, her şeyi de siyasetçilerden beklememek lazım.” Eleştiriler devam edince, “bizi yıpratıyorsunuz, sonra da neden hep AKP kazanıyor diye dertleniyorsunuz, siz de böyle konuşursanız iktidar destekçisi kesimler neler söylemez?” diyorlar.
Birkaç yanlış var bu işte: Toplum düşündükleri kadar örgütsüz değil. Eğer toplum örgütsüz olsaydı sivil topluma/toplumsal muhalefete bu kadar ağır bir şiddetle basınç uygulamazdı AKP. Yani AKP, toplumun ne kadar örgütlü olduğunun farkında ve bunu hemen her adımına eşlik eden hiddetin şiddetinden anlamak mümkün. Bakınız: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme hamlesi. Partili muhalefetin toplumun örgütsüz olduğunu iddia etmesinin ardında açıkça şu şikâyet bulunuyor: “Toplumun örgütleri (o örgütler ille dernek, vakıf vs. olmak zorunda değil elbette) bize açıkça ve koşulsuz destek olmuyorlar, ne zaman yan yana gelsek bizi sadece eleştiriyor, ne yapmamız gerektiğini söylüyorlar. Yani rahatımızı kaçırıyorlar.”
İkinci bir anlamı daha var önünde sonunda girilen bu retoriğin: “Kol kırılsın yen içinde kalsın. Bizim hatalarımızı dile getirmeyin ki güçlenelim.” Bu gidiş yoluna aşinayız zaten. İktidar cenahında kırılan kolların yen içinde nasıl kangren olduklarını ortaya çıkan kekremsi çürük kokunun siyasetin ve memleketin havasını solunamaz hale getirmesinden biliyoruz.
Toplumsal muhalefetin, sivil toplumun aktörleri ya da kendisinde halen konuşma kudreti bulan tek tek yurttaşlar muhalefeti muhatap alarak şunu demeye çalışıyorlar: Bizi duyun, bizi duyun ki sizden bir umudumuz olsun. Eleştirimizi yüzünüze söyleyerek sizi muhatap alıyor ve aradığınız fırsatı ayağınıza getiriyoruz. Siyasetinizi güncelleyin, ezberlerinizi bozun, aramızdaki perdeleri kaldırın. Ama hayır. Karşılaştıkları tek şey muhalefet partilerinin savunma duvarları. Mazeret de açık: “Ama tabanımız ne der?” Ya hu kim ki sizin tabanınız? Hiçbirimizin tanımadığı, bilmediği tabanlar olsa gerek memleketin bir yerinde. Oyları sayılanlar onlar, muhalefet partilerinin tanıdığı tabanlar da onlar. Hepsinin esnaf olduğunu zannediyorum. Çünkü son zamanlarda herkes sürekli esnaf ziyaretlerinde. Kimsenin işçileri, öğretmenleri, sağlık emekçilerini, öğrencileri, kadınları, işsiz gençleri dinleyesi yok. Artık toprağını, ürününü bir kambur gibi sırtında taşımaya mahkûm edilmiş çiftçilere de yol üzerinde tesadüf ediliyor arada. Bütün partilerin tabanları “esnaf”lardan mürekkep belli ki. Geriye kalanlara karışık mesajlar veriliyor sürekli.
NE YAPSA OLMAYAN VATANDAŞ KEMAL
Vatandaş Kemal kısmına da burada geliyoruz. Dediğim gibi, diğerleri de farklı değiller, ama işte, ana muhalefet partisinin genel başkanı olduğu için kendisinden beklenti de haliyle yüksek. Örnekleri ondan alınca mevzunun aslı daha iyi çıkıyor ortaya.
Vatandaş Kemal’in Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanmasına itiraz eden öğrencilerin yaptıkları protesto gösterileri esnasında ne dediğini hatırlayın: “Ben bu akşam sevgili öğrencilerimize değil, onların anne ve babalarına seslenmek istiyorum. Karşımızda kontrolünü kaybetmiş bir siyasî iktidar var. Gerginlikten besleniyor. Ve bizler akl-ı selim sahibi olmak zorundayız. Sağduyuyla hareket etmek zorundayız. İktidarın değirmenine su taşımamak zorundayız.”
Bu da Meclis’te bütün partilerin oylarıyla kabul edilen İstanbul Sözleşmesi’nden tek bir kişinin imzasıyla çekilme garabetinin yaşandığı gecenin sabahında yaptığı açıklama: “Sevgili halkım, bir devlet gece yarısı kararnameleriyle yönetilemez. Bir gece yarısı kararnamesiyle 42 milyon kadının hakkı hukuku onların ellerinden alınamaz. Bu videoyu izleyen bütün kadın kardeşlerime sesleniyorum. Haklarınıza sahip çıkınız. Hukukunuza sahip çıkınız. Sizin hayatınızı cehenneme çevirenlerin kimler olduğunu iyi öğreniniz. Kız çocuklarınızın hakkına, hukukuna sahip çıkınız. Ben söz veriyorum. Her zaman, her yerde, her ortamda bütün kadınların hakkına, hukukuna sahip çıkacağım.”
Bu iki paragraf arasındaki fark, ilkine ne dediğine hakkıyla kafa yormadıkları için aralarına danışman gövdelerinden mürekkep duvarlar ördükleri toplumsal muhalefetin tepkisinden kaynaklanıyor. Çünkü toplumsal muhalefet, üniversite öğrencilerini “veli”lerine şikâyet edip “iktidarın değirmenine su taşımakla” suçlayan Vatandaş Kemal’e, “ya hu AKP polisinin yaptığı şeyi bari sen yapma” diye isyan etti. O da ikincisinde bu defa evdeki masasının başından değil, makamındaki masanın önüne çektiği bir sandalyeden kadınlara “haklarınıza sahip çıkın” deyiverdi. İkincisine de kızdı insanlar. İkisinde de haklılardı. Ana muhalefet partisi olmak muhalefet eden toplum kesimlerine “şunu yap, bunu yapma” demekten ibaret olamazdı çünkü. Vatandaş Kemal’in kafası da karıştı. Ne söylese kızıyor insanlar. Niye acaba?
SİYASÎ KAPASİTE SORUNU
Hemen söyleyeyim cevabı. Muhalefetteki siyasî partiler toplumu dinlemeyi bilmedikleri için. Sivil yani partisiz toplumdan yükselen muhalefeti AKP’den çok da farklı bir gözle görmedikleri için. Oysa sivil ya da toplumsal muhalefet, iktidardaki ya da muhalefetteki siyasî partilerin içermekte yetersiz kaldıkları talep ve şikâyetlerin örgütlü ya da örgütsüz dile geldiği bağlamlar demek. Kendi kuluçkalandıkları sahaların dışına çıkıp kitleselleşmek isteyen her siyasî parti için alabildiğine verimli bir başvuru kaynağı demek. Danışmanların, “aman efendim onlar da mikro iktidar odakları, bakmayın siz onlara, tatmin etmeniz imkânsız” demelerine bakmayıp yalnız iktidara değil, kendilerine yönelik eleştirilerini de en öncelikle dikkate almaları gereken partisiz, ama alabildiğine siyasî bağlamlar. Partilerin ve danışmanlarının siyaset yapma becerilerinin ölçüsü, doğası gereği birbirleriyle de rekabet içindeki toplumsal talep, beklenti ve şikâyetler arasında ilişkiler kurabilmeleriyle ölçülür. Bu da o bağlamları kap(at)makla, oraları kuluçka alanına dönüştürmekle olacak iş değil.
Aksine, tıpkı siyasî partileri ve temsilcilerini toplumsal muhalefet aktörlerinin ve bireylerin yaptıkları gibi; siyasî parti temsilcileri de cevap vermek ve siyasetlerine yön verirken dikkate almak suretiyle toplumsal muhalefeti muhatap alacaklar. Çünkü ancak bu karşılıklı muhataplık ilişkisiyle hem toplumsal muhalefet örgütlenerek güçlenir hem de siyasî partiler toplumla temas etmiş olurlar. Toplumla temas çarşıda esnaf gezmesine indirgenemeyecek denli karmaşık bir iştir. Sembollere dayanılarak da kurulmaz o temas. Dinlemeyi bilmeyen siyasî partiler, ideolojik iddiaları ne olursa olsun, önünde sonunda AKP’lileşirler.
Toplumsal muhalefet partili muhalefetle bir ve aynı şey olmak zorunda değil. Toplumsal muhalefeti oluşturan kişi ve grupların örgütlendikçe “mikro iktidar” vasfına büründüğüne şüphe yok. Ama zaten örgütlenmek, merkezî iktidarı dengeleyen toplumsal iktidar mekanizmaları üretmek başka ne demek ki? O “mikro iktidar” çevrelerinin yokluğunda ya da merkezî iktidar onları çeşitli bağımlılık ilişkileri ile ele geçirdiğinde oluşan dengesizlik değil mi gemiyi bir Çılgın Kaptan’ın fırtınalı “hafıza denizi”nde batırmakta olan?
MECLİS’İ GÜÇLENDİRMEK
Hal böyleyken, muhalefetteki partilerin hangi teline dokunsak ve “peki ne öneriyorsunuz” desek bize “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diyorlar. Kulağa da pek hoş geliyor doğrusu. Bir kere bir sistem var, başıbozukların iktidarından kurtulacağız yani. İkincisi bir parlamento var. O da güzel, temsil edileceğiz oralarda bir yerde. Kim istemez? Üstelik güçlendirilmiş olacak parlamento, yani bizi temsil edenlerden müteşekkil yasama organı işlevlenecek. Peki bu nasıl olacak sorusuna Vatandaş Kemal’in Fox TV’de İsmail Küçükkaya’ya verdiği cevabı okuyalım:
“Milletin vekilini millet seçmeli. Vatandaş sanıyor ki ben milletvekili seçiyorum. Hayır efendim. Vatandaşın önüne partiler isim listesi koyuyorlar, gel bunun altına mühür bas diyorlar. Milletin vekilini millet seçmeli. Bunu bana Kırıkkale’de birisi söyledi. Ben, dedi, kendi milletvekilimi seçemiyorum. Başka partidenim, diyor, ama sizin milletvekilinizi beğeniyorum, diyor. Ona oy vermek istiyorum, diyor, ama buna engel diyor, ben o kişiye de oy vermeliyim, diyor… Milletin vekilini millet seçerse, o zaman parlamento üzerindeki vesayet kalkar.”
Ardından Çılgın Kaptan’ın, dokunulmazlıkların Meclis’e getirilmesiyle ilgili olarak “eller kalkar, iner” dediğini hatırlatıyor. Pek güzel. Bu anlatımdan CHP’nin, 2018’deki erken genel seçimde adayları belirlerken “zaman yetmiyor” gerekçesiyle rafa kaldırdığı önseçimlerin tekrar yapılacağını, Vatandaş Kemal’in “tek adam”lıkla eleştirdiği Çılgın Kaptan’ın aksine hem teşkîlatlarını, hem tabanı, hem de toplumsal muhalefeti dinleyerek aday belirleyeceğini “ummak istiyorum.” Gene aynı programda, sonbaharda erken seçim beklediğini defaatle ve kendinden emin olarak söylediğinden hareketle, söz konusu aday belirleme sürecinin şimdiden başlayacağını da “ummak isteriz” tabii. Sahi, kaç CHP’linin umudu var böylesi bir sürecin işleyeceğinden?
CHP’li olmasalar da gözünü ana muhalefet partisine dikmiş, Allah rızası için tek bir konuda olsun, tutarlı bir siyaset takip etsinler diye sabah akşam dua etmekten başka çaresi kalmamış “muhalefet toplumu”nun umudu var mı peki? Bizi yoran, sırtımızda taşıdığımız yüklerin ağırlığı değil. Çılgın bir kaptanın “hafıza denizi”nde batırdığı bu hayalet geminin yolcuları bile değil, forsaları olarak çıkış yolu arıyoruz ve oradan birileri “aman ha sesinizi çıkarmayın, kaptanı daha da çıldırtmayın” diyor. Biz de bu cümleden, “ha bunlar mürettebat” çıkarsaması yapıyoruz. Çocuklarımıza, haklarımıza sahip çıkmamız ama “taşkınlık” da yapmamamız gerektiğini (Küçükkaya ile söyleşisine tam olarak bu öğüt ile başlıyor Vatandaş Kemal) söyleyen bir ana muhalefet lideri ile malûlüz. Üstelik o bize sürekli çelişkili “yapılması gerekenler” listesi verirken, biz ona bir şey söylediğimizde “onu yıpratmayın” hiddetiyle karşılaşıyoruz. Bu muhalefetteki bütün siyasî partiler için geçerli. Koca koca milletvekilleri, genel başkan yardımcıları trolleşiyorlar duydukları eleştiriler karşısında. İstisna yok. Kendilerine de, partilerine de, genel başkanlarına da kötülük ettiklerinin farkında değiller. Eleştiri duymaya tahammülü olmayanların “hafıza denizi”nden bildiriyoruz arkadaşlar. Farkınız olsun!
VEKİLLERİ GÜÇLENDİRMEK
Vatandaş Kemal haklı, bir parlamento ancak vekiller güçlendirilerek güçlendirilir. Vekillerin güçlü olması için de doğrudan seçmenle ilişkilenmesi gerekir. Seçmenle ilişkilenmekten kasıt eskisi gibi, vekilin seçmenin devletteki iş bitiricisi, çantacısı olduğu durumsa, almayalım tekrar. Vekiller müşterek haklarımızın ve çıkarlarımızın takipçisi olsunlar yeter. Yalnız partilerinin siyasetlerinin taşıyıcısı olan vekillerin güçlü bir parlamento oluşturamayacaklarına dair deliller topluyoruz 100 senedir. Komisyon tutanaklarını biraz okusanız anlarsınız gencecik siyasetçilerin “taşkınlık yapmaksızın” muhalefet etmek için maruz kaldıkları sefaleti. Bir de iktidar ihtiyaç duymadığı halde, sırf “devlet”in işi görülsün diye AKP-MHP vekilleriyle birlikte el indirip el kaldıranlar var ki, utançtan yerin dibine giriyor insan gördükçe.
Peki bir vekil nasıl güçlenir? Kendini seçmenin iş bitiricisi olmakla sınırlamayıp, her bir zerresi siyasal olan toplumsal taleplerle, yani o “mikro iktidar” olmakla suçlayıp eleştirilerini, şikâyetlerini susturmaya çalıştığı partisiz muhalefetle ilişkilenerek. Çalışarak ya hu, çalışarak yani.
Metropoll’ün şubat ayında yaptığı Türkiye’nin Nabzı araştırmasından aktarıyorum. Meclis faaliyetlerinden çoğunlukla haberdar olduğunu söyleyen seçmenlerin oranı yüzde 23,3, biraz haberdar olduğunu söyleyenler yüzde 39,1. Toplam yüzde 62,4 haberdarmış gibi görünüyor Meclis işlerinden. Ama muhtemelen seçmenler Meclis’te olup bitenlerin, bildikleri kadarından ibaret olduğunu düşündükleri için bu kadar iyimser bu sonuç. Haberdar olanların yüzde 61’i Meclis’le ilgili haberleri televizyondan, yüzde 32,5’i sosyal medyadan öğrendiğini söylüyor. Muhalefet vekillerinden öğrenenlerin oranı 0,9, iktidar vekillerinden öğrenenlerin oranı 0,8. Muhalefetten talebimiz neydi hatırlayalım? Farkınız olsun!
Son bir veri daha, bu da “Fakat toplumsal muhalefet de meseleleri öğrenmiyor, örgütlenmiyor, konuları bilmiyor” diye şikâyet eden muhalefet siyasetçilerine gelsin: “Oy verdiğim partinin beni ilgilendiren kanun teklifleri ve Meclis’teki diğer gelişmeler hakkında beni ve kamuoyunu bilgilendirmesini isterim” görüşüne 10 üzerinden verdikleri puanların ortalaması 8.04. Yani seçmen Meclis’te olup bitenleri öğrenmek istiyor.
GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM KİMİN TALEBİ OLSUN?
“Mevcut Meclis işlevsiz, o yüzden orada siyaset yapmak anlamsız” diyen muhalefet milletvekillerinin Meclis’e uğrama ve halkı oradaki faaliyetlerden haberdar etme performanslarına baktığınız zaman mevcut Meclis’in neden işlevsiz olduğunu daha iyi anlarsınız. Şu kadarını söyleyeyim, Vekilimiz Ömer Faruk Gergerlioğlu, bir haberi retweet ettiği için değil, halkı devletin işlerinden haberdar ettiği için “cezalandırıldı.” Cezaevlerindeki (eski) milletvekillerinin ya da haklarında fezleke düzenlenenlerin ortak özelliği bu. Halkı, devletin işlerinden haberdar etmek. Mevcut devletin, Meclis’te ve başka yerlerde olan işlerden halkı haberdar edenlere tahammülsüzlüğü başka hiçbir şeye benzemiyor. Ve açık ki muhalefet vekilleri de bizim için bu riski almak istemiyorlar. Soru şu: Bu işlevsiz Meclis’e alışmış vekillerle güçlendirilmiş bir parlamenter sistem, öyle bir sistem kurulsa bile işler mi? Cevabı öngörmek için müneccim olmaya gerek yok.
Ne yani, vaz mı geçelim güçlendirilmiş parlamenter sistem istemekten? Tabii ki hayır! Ne münasebet!
siyasî muhalefetin bu yokluğunda iş başa düşüyor. Partisiz muhalefetin aktörleri olarak siyasî muhalefeti yoktan var etmenin yollarını arayacağız hep birlikte. Güçlendirilmiş parlamenter sistemin bizim taleplerimiz etrafında şekillenmesi için muhalefet partilerinin ve siyasetçilerinin ensesinde boza pişirme zamanı. Görünen manzaraya bakılınca, muhalefetteki herhangi bir siyasî partinin, ister şu ister bu ittifak mühendisliğiyle bu kıymetli işi yapabilecek kapasiteye, özsaygı, özdeğer ve hayal gücüne sahip olmadıkları hemen anlaşılıyor. Onları böylesi bir “ideal” için zorlayacak gücü, toplumun talep ve eleştirileri üretecek. Yani vakit, muhalefet partilerini pamuklara sarıp sarmalama vakti değil. Aksine, camlarını tıklatıp uyandırma zamanı.