Vatandaş olamama yangını

Bal gibi biliyoruz ki, insan hayatının hiçe sayılması sapına kadar da değil, sapı dahil köküne kadar siyasî meseledir ve devlete tapınan vatandaşlıksız toplumda nerenizi yırtarsanız yırtın, zengin ve ayrıcalıklı kesim bile hiçe sayılmama haline düşmemeyi yüzde yüz garantileyemez. İnsan hayatının hiçe sayılmaması ise sadece siyasî mesele olmayıp aynı zamanda dünya görüşü, hayat tavrı, yani genel olarak zihniyet meselesidir.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

Bolu Kartalkaya’da yetmiş sekiz insanın canını kaybetmesine yolaçan yangın, sadece bizim, bu memleketin ortalama insanlarının canının ne kadar kolay harcanabilir olduğunu on bininci defa ispat etmekle kalmadı. Katliamvârî yangın, başka felaketlerde de başlıbaşına ayrı fecaat olarak sahne alan toplumsal özelliklerimizden bazılarına da yeniden parlama fırsatı verdi. Ve bunlar öyle yerleşik, öyle görmezden gelinemez, öyle varlığı yadsınamaz özellikler ki, gerçekte masaya yatırılıp derinlemesine incelenmeleri, sosyal-psikolojik otopsilere konu edilmeleri gerekir. Çünkü bunların kimliğimizin, kişiliğimizin terkibindeki köklerine ancak böyle ulaşılabilir, kaynakları böyle açığa çıkarılabilir.

Bu kökler açık açık tarif edilmeye ve bunlardan yetişen zehirli bitkiler mikroskop altına yatırılmaya başlandığında zihniyetimiz, ahlâkımız, “neden böyle” olduğumuz gibi alengirli mevzularda hayatımızı baştan aşağı değiştirecek sarsıntılar meydana gelecek, sırf kendi kendimizi bu şekilde sarsmakla bile problemli ergenler olmaktan aklı başında yetişkinler olmaya geçebileceğiz, hattâ belki vatandaş bile olabileceğiz.

Yapmazsak da olamayacağız. Olduğumuz gibi kalacağız, gücü ele geçiren üzerimizde gönlünce tepinecek. Otel yapacak, yangın tesisatı kurmayacak, denetim yapmayacak, olay çıkarsa “o yapmadı” diye birilerini suçlayacak, denetimi haliyle kâr dışında amaç gütmeyen özel şirkete verecek, o kimbilir kimlerle ne karşılığında nasıl anlaşacak, hangi belgeler denetimsiz damgalanacak, filan… Sonra yangın çıkacak, bina çökecek, şu olacak, bu olacak, insanlar ölecek, bir yandan ahlanılıp vahlanılırken öbür yandan ezcümle yetkili tayfa birbirini suçlayacak, suç bir elden öbürüne hop hop atılırken biz kafamıza kayalar atılıyor gibi hissedeceğiz, falan… İşte, biliyorsunuz hepsini. En fenası da, bir anda tv ekranlarına üşüştürülen okkalı konuşma uzmanlarının ne olsaydı ne olmazdı veyahut ne olmasaydı ne olurdu gibi mühim mevzularda başlarını sallayarak, kaşlarını oynatarak, aslında “baştan bana sorsalar bunlar olmazdı” anafikrinden ibaret nutuklarını atmaları ve ardından, “ders almalıyız” konulu kompozisyonlarını okumaları.

Bal gibi biliyoruz ki, insan hayatının hiçe sayılması sapına kadar da değil, sapı dahil köküne kadar siyasî meseledir ve devlete tapınan vatandaşlıksız toplumda nerenizi yırtarsanız yırtın, zengin ve ayrıcalıklı kesim bile hiçe sayılmama haline düşmemeyi yüzde yüz garantileyemez. İnsan hayatının hiçe sayılmaması ise sadece siyasî mesele olmayıp aynı zamanda dünya görüşü, hayat tavrı, yani genel olarak zihniyet meselesidir. (Ahkâm kesecekken bile -dir’li, -dır’lı otorite sesli üslûptan kaçınmaya çabaladığının sadık okurlarınca teslim edileceğini uman köşeyazarınız, muhterem okurlar, bu hususta -dir’den, -dır’dan uzak durma gereğini ihmal etmekte beis görmemektedir. Hattâ bu açık meydan okuyucu tavrı pekiştirme maksadıyla, gördüğünüz üzre, -mektedir, -maktadır olayına bile girmiş bulunmaktadır. Zira, lütfen mâzur görünüz, bu böyledir!) Zihniyet meselesi, zihniyet meselesidir ve eğitimle, yetiştirmeyle, toplumsal gelenek-görenekle olduğu kadar, tarihle, yaşanmışlıkla, devletin vatandaşı mecbur kıldığı vatandaşlıksız, haysiyetsiz varoluşla doğrudan ilgilidir, hattâ bunların ürünü, sonucudur.

Kış tatiline çıkabilecek ahalinin görece hali vakti yerinde, en azından bu kadarına imkân bulabilen, eğitimli büyükşehir insanları olduğunu varsayabiliriz, değil mi? Peki bu kimseler arasında, cephesi tamamen ahşap kaplama olan çok katlı binaya gitmeden, gerekli yangın tedbirlerinin bulunup bulunmadığını merak eden, soran, alacağı cevaba göre davranan var mıdır? Muhtemelen yoktur. Zira o pahalı otelde tatil yapma imkânı -ve özgüveni- bulunan insanlarımız bile, bunları sormaya kalksalar doğabilecek tek sonucun baştan keyiflerinin kaçması olacağını kestirebilirler. Hele günümüzün müşteriye, tüketiciye, kullanıcıya pislik muamelesi yapabilen şirketleri tarafından aşağılana aşağılana bir nevi gönüllü kölelik konumuna alıştırılan bizlerin, eğer sırtımızı dayadığımız, karşımızdaki kapitalist işletmenin sahipleri ve yöneticilerinden daha etkili-yetkili birileri yoksa, alacağımız cevapları kestirmemiz hiç zor değildir. Rahatlıkla, “canınız isterse”ye çıkan yollardan birinin kenarında, yoğun kar yağışı altında terk edilmiş bulabiliriz kendimizi.

Bütün bunların, kötülüklerin başkalarının başına geleceği, “bize bişey olmayacağı” yollu millî itikat zemininde cereyan ettiğini unutmayalım. Bu sert zemin, “e, olursa da kader” halısıyla kaplanıp yumuşatılmış, üzerinde yaşanabilir kılınmıştır. Çünkü kendini vatandaş sayabileceği ve daha fenası, saydırmaya kalkabileceği endişesiyle, hak araması hem suç hem günah addedilmiş, vatandaşlık zırhından yoksun, savunmasız, korunmasız memleket bireyi, yaşamaya devam edebilmek için, inananı inanmayanıyla tevekkül hattında buluşmuştur. Dikkatinizi çekerim, güzide memleketimizin birbirine tahammül edemez gözüken başlıca kamplarını birleştiren mevzular, sahipleri sürülmüş mal mülke çökülmesinden mütevellit veyahut kendini çoğunluktan farklı kimlikle tanımlayan azınlıkların varsayılma talebi yüzünden vücut bulan meseleler değil. Vatandaş sayılmayacağını, sayılmayı talep ederse başına iş açılacağını bilmenin çekirdeğinde oturduğu bilinç, bundan doğan içselleştirilmiş aşağılanma, kış tatili yapabilecek seviyede olanın bile otele telefonu açıp “şu şu şu var mı?” demesini engelleyen bir nevi türsel özelliktir.

Öte yandan… Bildiğiniz üzre, her yanın bir ötesi vardır, değerli okurlar. Bizler için, neresi yan, neresi öte, çoğu zaman bellidir, ama bazen ayırması epey zor olacak şekilde birbirine karışır bunlar. Hele dünyanın en zengin insanlarının bizzat siyasete girdiği, üstelik başka ülkelerdeki siyasî işlerin gidişini de belirlemeye cüret ettiği bugünlerde, öyle görünüyor ki, karışıklıklar artacak. Olabildiğince basitleştirerek ele almaya çalışalım: Özel hastane sahibi sağlık bakanı, otel sahibi turizm bakanı olur mu? Olmaz. Ama oluyor? Oluyor, çünkü biz itiraz etmiyoruz. Kabulleniyoruz, gidiyor. İtiraz etmesi, imkânı yok razı olmaması, durumu değiştiremediği sürece birşeylere engel olması, farklı yollar araması gereken muhalif siyaset, -madem basit dedik, basit olsun- yok. Evet, yok. “Otel sahibi turizm bakanı olmaz” lafını, gördüğünüz üzre, ben de edebiliyorum, sualtı petrol araştırmalarından Amerikan basket ligine kadar her mevzuda istediği ahkâmı kesebilme hakkı çarpık basın düzenince tanınmış köşeyazarınız gibi ayrıcalık sahibi olmasanız bile siz de edebilirsiniz. Muhalif siyaset, biz sıradan insanların yapamadığını yapması beklenen bir canlı olmalı değil mi? İşte o yok.

Ötenin ötesine geçelim: “Yolunu bulma”, “işini bilme” deyimlerine olumlu anlam yükleyerek bunları bir tür “kariyer planı” yöntemi gibi benimsettiren duygular, fikirler kendilerine nerede yaşam alanı bulur? Şüphesiz dönüp dolaşıp tekrar sahneye çağırmak zorunda kaldığımız zihniyet âlemimizde.

Tıpkı felaketlerin ardından hep beraber beddualar eşliğinde suçlu arama seferlerine çıkarken yarattığımız yarı kutsal, âyinimsi havanın bileşimindeki maddeler gibi. Her şeyden önce insana saygısız mevcut pragmatik iktidar farkındaysanız kolay yolu buluverdi: Üç gözaltı, yok beş, yetmedi dokuz, iki kişi daha, üç tutuklama, beş daha… böyle gidiyor. Elektrikçi tutuklanıyor, meselâ. Ne kabahati olmuş bu yangında? Bilmiyoruz. Yangının elektrikle ilgisi var mı? Galiba yok. Elektrikçi ne yapmış, yangını mı gizlemiş, birilerinin söndürmesini mi engellemiş? Denetimleri o mu yapmamış? İsteniyor ki, meselenin derin kökleriyle uğraşılmasın. Kim uğraşacak allahaşkına..? Zaten uğraşılsa ne olacak? “Bizde vatandaşlık bilinci yok, çünkü bu millî güvenlik meselesi, olmaması lazım,” falan mı denecek?

Ötelerden öte beğenelim, buyurun: Birileri, daha konforlu yaşam sürmek, şunun en lüksünü, bunun en pahalısını kullanmak, şunu mülk edinmek gibi ihtiraslarıyla, başkalarının hayatını hiçe sayarak güzel yaşıyor. Bunlar iktidarların parçası olabiliyorlar veya iktidarlara şu ya da bu katkıları sağlayarak ayrıcalıklı konumlar elde ediyorlar. Bugün bu işler din ve milliyet bahisleri etrafında koparılan yaygaranın tozu dumanı içerisinde görünmez kılınarak yürütülüyor. Toz duman, üstü başı asla tozlanmayan birilerince çıkarılıyor. Doğrudan çıkar sahiplerinin yanısıra, kaderini bunların hükmünü yürütmesine bağlamış, vatandaşlık nedir bilmeyen insanlar, yine vatandaşlık bilmeyen, ama aslında sahip olmadıkları şeyleri kendilerinin, vatandaşlığı da bu icazetli varoluştan ibaret sanan birilerine değil de kendilerine değer verildiği yanılsamasıyla bugünün çarkını döndürmeye omuz veriyorlar. Esas iktidar sahipleriyse, birey olarak hiç değer taşımadığımız “eski Türkiye” ile rekabeti vatandaşlıksızlık alanına da taşıyor ve, “Değersizlik neymiş, siz görmemişsiniz!” diye göbek hoplatarak gülüyorlar.

Potansiyel vatandaş o arada ne yapıyor peki?

İlkin: Yangın tüpü fiyatlarını iki-üç katına çıkarıyor. (Haberlerin doğruluğundan en ufak şüphemiz yok, çünkü BirGün’den Yeni Akit’e bunları vermeyen kalmadı.) Türk sanayicisi, tüccarı, esnaf ve sanatkârı gerçi yüksek ahlâkın insanı! Ne var ki, içinde eylediği bulanık sıvı, genel toplumsal zihniyetimiz ve ahlâkımızdan mürekkep.

İkinci olarak, yangında yakınlarını kaybetmiş insanlara alaylı küfürlü telefonlar ediyor! Burada da haberler sağlam, ucu devlete, iktidara dokunmadığı halde soruşturma bile açıldı. Düşünün, karşısında yanmış otelin feci görüntüleri, düşenin üzerine basma, yarasını kanırtma, acısını artırma hevesiyle ayağa fırlıyor, telefon numaralarının peşine düşüyor, bunları bulup acılı ailelerle dalga geçerek, onlara küfrederek eğleniyor! Acaba nasıl bu hale geldi bu tip? Kürt yurt arkadaşına “aşağı ırksınız, bize hizmet edeceksiniz” diyerek işkence yapan gençle aynı kaynaktan mı beslendi? Yoksa bunlar için her şey sahiden telefon ekranında cereyan eden birtakım oyunlara dönüştü mü artık?

Tedavi görmemiz lazım. Ve bunu bizden başkası yapamaz. Yangın merdivenini de. Fakat işte, mesele tek başına yangın merdiveni değil…

Tüm yazılarını göster