Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı Kararı'nın iptali için açılan davanın son duruşması, ısrarla ve kararlılıkla “Vazgeçmiyoruz!” diyen hak savunucularının katılımıyla, geçtiğimiz hafta Danıştay’da görüldü. Danıştay'ın 1 ay içinde kararını açıklaması bekleniyor.
Tüm bu süreç, Türkiye’de sadece kadın hareketi değil genel anlamda adalet mücadelesinin bütüncüllüğü ve kararlılığı açısından bir dönüm noktası ve etkisi yadsınamaz bir kazanım oldu.
Kadınlar öldürülüyor. Bidonlara konuyor, balkonlardan itiliyor, av tüfekleriyle katlediliyor, akşam evlerine dönerken sinsi bir gölge tarafından takip ediliyor, psikolojik eziyet sonucu kanser oluyor. Canavarca hisler besleyen erkekler tarafından yaşam haklarıyla tetris misali oynanıyor. Ve tüm bu süreçte ellerinde yaşama tutunmalarını sağlayan biricik dayanak da İstanbul Sözleşmesi ve ona bağlı olarak iç hukukun parçası olan 6284 sayılı Kanun oluyor(du).
Duruşma salonlarında farklı siyasi görüşlerden tüm kesimlerden büyük kalabalıklar halinde yer alan, yüzlercesi de salon dışında bekleyen hak savunucuları, İstanbul Sözleşmesi dahil olmak üzere tüm uluslararası insan hakları sözleşmelerinden çıkma kararının ancak Meclis kararı ile verilmesi gerektiğini önemle vurguluyor.
Danıştay savcılığının dört duruşma boyunca hazırladığı görüşlerde de, kadın örgütlerinin temel insan haklarıyla ilgili taleplerinin hukuka uygun olduğu ve hukuk doğrultusunda bir karar verilmesi gerektiği yönündeki vurgu, dolayısıyla davacılarla aynı noktada durması oldukça güçlü bir kazanım.
Kadınların temel hak ve özgürlüklerinin ellerinden teker teker alınması, aslında onların erkek egemenliği altında gıkını çıkarmadan yaşamaya razı edilmesi imasını taşıyor. Çünkü iş hayatında, toplumsal yaşamda, siyasette kadının yer alması, görünür olması, kendi ayakları üzerinde durmakla kalmayıp yükselmesiyle doğan “2.0” kadın imgesi ve dönüşen toplumsal cinsiyet ilişkileri, birçok kesim için tehdit unsuru olabiliyor.
Buna, pandemiyle birlikte artarak devam eden, insanları açlıkla, çöpten yemek toplamakla sınayan ekonomik krizin yol açtığı sorunlar karşısında ailelerdeki ideolojik duruşların da dönüşmesi etkili oluyor.
Şu anda tek ses olup buna itiraz eden, susmadan, korkmadan, kaybedecek en büyük şeyin hakları olduğunun ayrımına vararak hareket eden, karşı koyan kadınların oluşturduğu bu ağ ise giderek genişliyor; kanıksanmış ilişki kalıplarını zorlayıp dönüştürmeye talip oluyor. Bu da kadın hareketini, içindeki itiraz, kaygı ve öfke ile birlikte güçlü bir muhalefet odağı haline getiriyor; çünkü özellikle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmaması gerektiği konusundaki tavırları, Türkiye’de kadının insan hakları üzerinden yaratılan siyasal ve toplumsal kutuplaşmaya tepkinin bir uzantısı.
1923’te Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulması girişiminden çağdaş kadının simgesi daha nice isme, Halide Edip’e, Sabiha Sertel’e, Suat Derviş’e, Behice Boran’a, Yaşar Nezihe’ye, Türkan Saylan’a dek nice örneğin üzerine inşa edilen bu güçlü zemindeki mücadele giderek daha geniş bir zemin ve ruh kazanıyor.
Ve şunu unutmamak gerekiyor: Örgütlü kadın mücadelesi ve eşitlik savunusu, toplumdaki değişimi tetiklemede sessiz ve derinden de gitse, bu tür zorunluluklarda meydana da çıksa her daim bir adım öndedir, dönüştürücüdür, geliştiricidir.
Kadınlar, tek ses ve tek nefes olduklarında her kadın cinayetinin aslında politik olduğunu haykırıyorlar. 2011 yılında imzalanıp on yıl boyunca temel mekanizmaları hayata geçirilmeyen ve bir gecede ortadan kaldırılan bir sözleşmenin hem varlığı hem de koruyucu mekanizmalarının hayata geçirilmesi için tüm kız ve erkek kardeşleriyle birlikte mücadele ediyorlar. Anayasanın 90.maddesi gereği iç hukuktan üstün olan bir sözleşmeyi koruyarak yaşam haklarına sahip çıkıyorlar.
6284 sayılı yasanın temeli olan sözleşmenin ortadan kaldırılması sonrası dayanaksız kalan bir kanunun kadınlara güvence diye sunulmasını kabul etmiyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nin kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik yapıcı gücünü ortadan kaldırıp yaşanan olaylar üzerinden cezai sisteminin konuşulmasına isyan ediyorlar. Bunu da medenice, hukuku ilke edinerek, uygar bir tartışma ve hak savunusu ortamında gerçekleştiriyorlar. Tüm zarafetleriyle… Ve tüm güçleriyle…
Kadınlar artık temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve güçlendirilmesinde özel alan ile kamusal alanın arasındaki çizginin bulanıklaştığının ve erkek tahakkümünün bu iki alana da yayılmaya çalıştığının, bunun da evdeki erkeğe kontrolsüz ve sınırsız bir iktidar uygulama cesareti verdiğinin ayrımına varıyorlar.
Her mekân giderek politikleştikçe, geleneksel söylemler kadınların özgürlük alanlarına ket vurdukça, kadınlık olgusu mutfak, yatak ve sofra arasında sıkıştırılmış yapay bir kutsallık alanına itildikçe, namus ve iffet gibi kavramlar kadınların bedenleri üzerindeki hak ve özgürlüklerini çevreleyen bir görünmez kozaya dönüştükçe, küreselleşmiş ve modernleşmiş bir dünyanın dinamiklerinden beslenen bilinçli kadın hareketinin eril imgeler ve uygulamalar karşısındaki itirazı da artıyor.
“Yaşamak şakaya gelmez” diyorlar adeta Nazım’ın ruhuna nefes üflercesine… Ve büyük bir ciddiyetle mücadelelerini sürdürüyorlar. Kâh bir sincap gibi, kâh bir kartal, kâh bir kuğu… Bütün işleri güçleri yaşamak, mücadele etmek, haklarını korumak ne de olsa…
“İnsan hayatının hiçe sayıldığı, kendinden olmayanın değersiz görüldüğü, barışın ve kardeşliğin önemsiz sözcükler, insanın en değersiz şey olduğu ülkede yok olan sen, yok olan ben, yok olan sevgi, yok olan zaman, yok olan insan, yok olan yaşam!” diyen Kazım Koyuncu’yu anıyorlar adeta…
Yıldızların üzerinden onları gururla seyreden ve “Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir” diyen Behice Boran’a, “Türkiye’de halihazırda yaşanan feminist hareket nihayetinde yeni bir olay değil... Bu hareket yalnızca bir Rönesans, bir zamanlar mevcut olan bir durumun yeniden hayata geçirilmesinden ibaret. Bir zamanlar Türk kadınları kocalarının ve erkek kardeşlerinin sahip oldukları tüm haklara sahiptiler” diyen Halide Edip’e ve “ağlasa da gözyaşlarını gizleyen, başını kimselerin eğemediği kadına”, Suat Derviş’e içten birer selam gönderiyorlar.
Türkiye’de son dönemde kadının insan haklarında geriye gidişe kafa tutan mücadeleci ve örgütlü kadın hareketi, söylemsel ve eylemsel üstünlüğü zarifçe ele alıyor. Ve bize de şunu söylemek düşüyor: Yaşasın birbirinin kurdu değil yurdu olan kadınlar… Yaşasın bizlere umut aşılayan, her şeye rağmen yeryüzünde umut dolu şarkılar söyleyen kadınlar…