Ve bin küsur akademisyen akınlarda çocuklar gibi şendi...

Zamanında hocasının dediği gibi, asli görevi devletin çıkarlarını savunmak, sadakatten ayrılmamaktı. Birkaç yıl önce başlatılan ‘çözüm sürecini’ desteklemiş, arada bir girdiği derslerinde sürecin ne denli hayati olduğunu; süreç sona erdiğinde ise yeni siyaseti destekleyip Kürtlerin nankörlüğünü anlatmıştı.

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Dizginlemekte zorlandığı bir duyguydu yaşadığı...

Apartman toplantılarında, yönetici olan emekli binbaşının patlak su boruları ve mantolama giderleri gibi konularda hazırladığı belgelere attığı imzalar gibi değildi. İlk kez devletin değerlerini korumaya yönelik hazırlanmış siyasi içerikli bir metne adını ekleyecekti. Bölüm başkanının, dekanının ve birlikte çalıştığı muhtelif ebatta akademisyenin isimlerini gördüğünde heyecanlanmış, onların yanında olabilmenin haklı gururunu henüz imzasını koymadan yaşamaya başlamıştı. Her kula, her akademisyene nasip olmayacak bir andı ve perçeminden süzülen son ter damlası, yağlı ciltler için üretilmiş sabunla yunmuş yanaklarından süzülürken, akşam evde eşine nasıl anlatacağını hayal ediyordu. İhanet zehrini almış, o melun yabancı maddenin neden olduğu hezeyanla devlet ve millet menfaatlerini görmez olmuş sözde akademisyenlere hadlerini bildiren, bir sözde yüksek mahkemeye vatan sevgisini hatırlatan satırların altına adını eklediği, o benzersiz gurur anını. Eşi çocuklarını uyutunca, her akşam olduğu gibi televizyon karşısına oturacaklardı. Eniştesinin, evli çiftler için vazgeçilmez olduğunu hatırlatarak hediye ettiği zigon sehpanın orta boy olanını, diğerlerinin arasından çıkarıp çayının gelmesini bekleyecekti. İlk yudumdan sonra konuya girecekti. Belki de ikinci. Henüz karar vermemişti. Çocuğunun anasının kendisine nasıl gururla bakacağını düşünürken, bilgisayar başındaki gülümsemesine engel olmakta zorlandığını fark etti. Allah utandırmasın, yar ve yardımcı olsun, dileklerini tekrar ediyordu içinden.

Tarih profesörü hocası, bir akademisyenin öncelikli görevinin devlet müdafaası olması gerektiğini öğütlemişti yıllar önce, çay içerlerken. Araştırma görevliliğinin ilk yıllarıydı. Çalıştığı kurumda hocalarıyla, zorunlu durumlar haricinde genellikle öğle yemeği sonrasında arada bir çay içmek için bir araya gelebilirdi. Fakülte yemekhanesi, hocalar, araştırma görevlileri ve idari personel arasında bölündüğü için birlikte yemek yeme şansına erişemiyordu. İlk kez doçent olduğu gün oturmuştu hocalar kısmında ve heyecanını dün gibi hatırlıyordu. Paravanla ayrılan bölümde yemeklerini yiyen araştırma görevlilerine, başıyla hafifçe selam vererek geçmişti birinci mevkiye. Hak etmişti bunu. Onlar da çok çalışırlarsa günü geldiğinde aynı şansa erişecek, sünnete uygun biçimlendirilmiş bıyıklarına değen çorbayı usulünce temizlerken hatıralarını anlatmayı ihmal etmeyen bölüm başkanıyla yan yana yemek yiyebilme şerefine nail olacaklardı. Hiç kolay değildi bu mertebeye ulaşmak, hocalarıyla birlikte çorba kaşıklamak.

Küçüklüğünden beri sosyal konulara daha meraklıydı. Daha doğrusu, ilgiliydi. ‘Merak’ sözcüğünden hazzetmezdi. Çocukluğunu geçirdiği Orta Anadolu şehrinde sık işittiği öğütlerden biri, fazla meraklı olmanın insana hayır getirmeyeceğiydi. Devlet büyükleri, aile büyükleri, mahalledeki abiler bir şeyi yapıyor ve söylüyorsa elbette bir bildikleri vardı. Lisede tarih dersini çok sevmişti. Hocası, o güne dek karşılaştığı en bilgili ve muhterem insandı. Sağda solda duyduğu, zaman zaman evinde konuşulan kimi konuların aslını dinlerdi ondan. Osmanlı’nın Müslüman olmayanlara nasıl vicdanlı davrandığını, onları koruyup kolladığını ama bu ekmeksizlerin, ceddi arkadan vuran kalleşler olduğunu o yıllarda öğrendi. Aleviler’in, sol görüşlü bozguncuların ve aslında dağ Türk’ü olup emperyalistler tarafından Kürt olduklarına inandırılan bölücülerin ne denli tehlikeli olabileceklerini de. Bir iki yaz tatilinde, Pendik’te marketi olan dayısına gidip büyük şehrin karmaşık yapısını gördüğünde, her türlü farklılığın kargaşa ve rahatsızlık nedeni olduğu yönündeki duygusunun haklılığına kanaat getirmişti. Duygu ve düşüncelerinin doğruluğunun kanıtlanmasından büyük mutluluk yaşıyordu. Yıllar içinde, aldığı zevke duyduğu ihtiyaç, her düşündüğünün doğru olduğu saplantısına eşlik etmeye başladı.

Sekizinci tercihi olan, bir diğer Anadolu şehrindeki üniversitenin tarih bölümünü kazanmıştı. İlk tercihleri büyük şehirlerdeki adı sanı duyulmuş okullardı; ancak aile fertlerinin “Vardır her işte bir hayır,” demeleri de boşuna olmamalıydı. Üzüntüsü ilk günün sonunda geçmiş, kazandığı okulun diğerlerine her bakımdan üstünlüğüne ikna olmaya başlamıştı bile. Okul yıllarını üç arkadaşıyla birlikte kiralık bir evde geçirdi. İkisi, devlet nezdinde giderek popüler hale gelen bir cemaatin evlerine gidip gelir, arada bir çok sevdikleri muhterem hocalarının video konuşmalarını birlikte izlerlerdi. Zorda kaldıklarında kiraları da ödenir ve evin eksiği gediği her biri diğerinden muhterem, bıyıkları sünnete uygun kesilmiş abileri tarafından karşılanırdı. Ailesi de kendisi de memnundu bu durumdan. Yıllar içinde, yalnızca hiç açılamadığı bir kızdan çok hoşlandı; ancak üçüncü sınıftayken Alevi olduğunu öğrenince şükretti. Ev arkadaşları da ucuz atlattığını söylediklerinde içi iyice rahatlamıştı. Davul bile dengi dengineydi nihayetinde. Çevresince münasip görülen ikincisi, mezuniyetinin ardından eşi olmuştu.

Elitist, değerlere ve devlete saygısız bulduğu üniversiteleri aklından dahi geçirmedi araştırma görevliliği sınavına girmek için. Mezuniyetinin ardından, girmesi gereken sınavlara girip gerekli notları, ne eksik ne fazla almayı başarmıştı. Göreve başladığı fakültesinde bir profesör, bir doçent, bir yardımcı doçent ve üç araştırma görevlisi vardı. Profesör hocası aynı zamanda dekan ve şehirdeki üç vakıfta yönetim kurulu üyesiydi. Meşguliyeti nedeniyle işleri genellikle dekan yardımcısı ve aynı zamanda cemaat gönüllüsü olan doçente havale ederdi. Doçent, cemaat faaliyetleri ve arada bir girdiği akşam dersleri nedeniyle, hemen her işine yardımcı doçenti koştururdu. Girmediği akşam derslerine üç araştırma görevlisini sokar, sınav kağıtlarını onlara okutur, ders tecrübesinin hayati önemini anlatırdı. Akşam okulundan kazandığı parayla iki yılda bir arabasının modelini yeniler, yaşadığı şehrin bağlık bahçelik yerinde yaptırdığı üç katlı evin harcamalarını karşılardı. Bir yandan fakültedeki görevleri üstlenip diğer yandan tüm sınavlarda gözetmenlik yaparak kâğıtları okumak zorunda kalan araştırma görevlileriyse, bir gün kendi alacakları ev ve arabaların hayalini kurmakla yetinirdi. Hiçbir aksaklık yaşanmadan işleyen bir dişlinin parçası olmaktan, memnuniyet duyarlardı.

Araştırma görevlisi olduktan sonraki yılları, o fakültede araştırma görevliliği sınavını kazanan birinin yılları nasıl geçerse, öyle geçti. Hemen hiç kimsenin ilgisini çekmeyecek bir konuda yazdığı yüksek lisans tezi, dekan, yardımcısı ve yardımcı doçentin jüriliğiyle kabul edildi. Doktora sınavı sorularını yardımcı doçent hazırlamıştı. Kâğıdını, dekan yardımcısı doçent ve yardımcı doçent okuyarak, başarılı buldu. Dersleri ortalama notlarla geçti. Aldığı derslerin üçünü doçent, ikisini yardımcı doçent hocaları veriyordu. Birini, komşu fakültede bölüm başkanı olan diğer yardımcı doçentten aldı. Ortalama notlarla tamamladı. Doktora yeterlilik sınavında, dekan, doçent ve yardımcı doçent hocaları bir kez daha jüri üyesiydi. Başarılı bulundu. Tez konusu olarak ‘sözde soykırım yalanı’ üzerine çalışmasının kendisi açısından eğitici ve öğretici olacağı söylenince, mutlulukla kabul etti. Böylece sözde aydınların sözde düşüncelerine ve emperyalizm tarafından zehirlenmiş sözde bölücü kamuoyuna anlamlı bir mesaj verebilecekti. Doktora çalışması esnasında, dekanı, dekan yardımcısı doçent ve bir yıl önce doçentlik mertebesine erişen yardımcı doçent hocalarının onayıyla altı aylığına yurt dışına, Londra’ya gitti. Mezuniyeti ardından evlendiği eşini ve henüz dört aylık olan çocuklarını götüremedi ne yazık ki. Güney Londra’da, yıllar önce tanıştığı ve çeşitli üniversitelerde okuyan, muhtelif cemaatlere mensup arkadaşlarıyla birlikte aynı evde kaldı. Altı ayın sonunda, kendisini emperyalist medeniyetin tüm etkilerinden korumuş, şehrin kozmopolit yapısından zehirlenmemiş olmanın övüncüyle döndü. Sözde akademisyenlerin yalanlarını teker teker çürüttüğü doktora tezinin jürisinde, cemaat bağlantıları nedeniyle üçüncü kez atanan dekanı, dekan yardımcısı, üçüncü hocası, komşu şehirdeki üniversitede çalışan ve bıyıkları muntazaman kesilmiş iki tarih hocası vardı. Beş kişilik jüri, sözde tarihçilerin yalanlarını başarıyla çürüten ve sonuç kısmında, diğer emperyalist yalanların ortaya çıkarılabilmesi için ‘arşivlerin açılması’ gerektiğini salık veren çalışmayı, büyük takdirle kabul etti.

Kısa süre sonra ulaşacağı doçentlik rütbesine dek ve sonrasında yaşadıkları da, önceki süreçten farklı olmadı. Doçentliğini, Özbekistan’da yayın yapan uluslararası dergide neşrettiği, muhtelif emperyalist yalanları ve sözde tarihsel iddiaları çürütmeye yönelik birbirine benzer üç makale ve çeşitli Anadolu şehirlerinde düzenlenen uluslararası sempozyumlara sunduğu dört tebliğ ile elde etti. Katıldığı ve iştirakçilerinin hemen hepsinin Türk olduğu bir uluslararası sempozyum ise Tayland’daydı. Doğrusu en zevklisi o toplantı olmuştu. Bu arada, bağlık alanda iki katlı bahçeli evlerini ve lüks sayılabilecek arabalarını almıştı. İkinci öğretimde verdiği derse, sınavı iki yıl önce kazanan araştırma görevlisini sokuyor, kâğıtlarını okutuyor, artık hayırlısıyla profesörlüğünü bekliyordu. Mutlu, gururlu, çevresinde saygı gören bir öğretim üyesi ve aile reisiydi.

Yıllar içinde güncel siyasetten ve herhangi bir muhalif düşünceden mutlak biçimde kaçınmıştı. Zamanında hocasının dediği gibi, asli görevi devletin çıkarlarını savunmak, sadakatten ayrılmamaktı. Birkaç yıl önce başlatılan ‘çözüm sürecini’ desteklemiş, arada bir girdiği derslerinde sürecin ne denli hayati olduğunu; süreç sona erdiğinde ise yeni siyaseti destekleyip Kürtlerin nankörlüğünü anlatmıştı. Her şey devlet için ve devlet dışında hiçbir şeydi. Araştırma görevliliğinin ilk yıllarında, türban yasakları sürüyorken, bıyıkları sünnete uygun kesilmiş hocalarını dinleyip yasaklara tepki göstermemişti. O günler geçer ve sorumlular hesabını verirdi, nasıl olsa. Cemaatçi yakınlarıyla sıkı fıkı olduğu ve epey yararını gördüğü yıllarda Gezi eylemlerini şiddetle eleştirmiş, devletin bağırsaklarını temizlediği iddiasıyla süren tüm yargılamaların haklılığını savunmuş, hatta bir ara dönemin meşhur bir savcısının fotoğrafını duvarına iliştirmişti.

2016 yazındaki darbe girişiminin sabahındaysa ilk işi, gardırobundaki kareli ceketini çıkarmak ve telefonundaki isimlerin bir kısmını silmek olmuştu. Büyük saygı duyduğu dekanı kayıplara karışmış, yardımcısı gözaltına alınmıştı. Çevre üniversitelerden, bir kısmı yakın arkadaşı olan meslektaşları tutuklanır ve işlerinden atılırken, mahalli gazete için kaleme aldığı “Hainler mezarlığı elzemdir!” başlıklı yazı büyük beğeni ve takdirle karşılanmıştı. Bunu, “Onları öyle bırakmayacağız” ve “Hiç kimse sabrımızı sınamasın” başlıklı diğer ses getiren yazılar izledi.

Artık profesördü... Ulaşabileceği en yüce mertebedeydi. Devlete sadakatten bir an olsun vazgeçmemenin haklı gururunu yaşıyordu. Bu arada iki katlı evi satıp üç katlısını almıştı.

İmzacı sözde akademisyenler hakkında yüksek mahkemenin verdiği ve meslektaşlarının cezaevine girmesini imkânsız hale getiren, kabul edilemez sözde kararı kınayan metne onay verdiğinde, öğleden sonrasıydı. Perçeminden, yağlı ciltler için üretilmiş sabunla yunmuş yanağına süzülen teri silmeye çalışırken, gözü bilgisayarının saatine takıldı. 14.53’ü gösteriyordu. Bir tarihçi hassasiyetiyle, neden imza için 1453 rakamının hedeflenmediğini düşündü. Daha yerinde olmaz mıydı? Düşünme eylemini fazla uzatmadı ve yöneticileri 1071 rakamını hedefledilerse bir bildiklerinin olduğuna kanaat getirdi.

Çaycıyı arayıp Türk kahvesi getirmesini söyledi. Kahveyi yudumlarken, ceddin zaferlerini düşündü bir kez daha. Alparslan’ı, Diyojen’i, sözde akademisyenleri... Keşke cennetmekân Osmanlı, Tayland’a kadar ilerleseymiş diye geçirdi içinden, istemsizce. Tedirgin oldu. Fakülteden çıkıp aracına yöneldiğindeyse, çocuklar gibi şendi...

Tüm yazılarını göster