İdareciler ve gözdeler demiştim ya, tahsil hayatımda hep bu
tipleri gördüm. Ortaokulda okurken de tip aynıydı (1983-1986),
akademisyen olduğumda da (2009-2017). O zamanlar darbeciler
baştaydı şimdi halk iradesinin yılmaz bekçileri başta. Hatta aynı
kişiler olduklarını bile söyleyebilirim: Tıknazlık, ince bıyık
yeri, enlemesine çizgili tişört ve tercihen kellik. İyi de
idareciler ne zaman bu tipolojiden farklı oldular da mazlum
sayıldıkları bir dönem olabildi?
Bu tiplerin makam masalarına bağlı ya da portatif üç çekmeceli
bir komidinleri vardır. Bu üç gözde üç ayrı öğe olur: Plastik
terlik (eskiden takunyaydı), Türk bayrağı ve Atatürk portresi. Bu
üç gözdeki öğeleri aynı anda çıkarmak doğru olmaz. Dinci iktidarda
terliği (görünsün diye) masanın sol ayağının dibine, bayrağı
masaya, portreyi orta çekmeceye koyarsın. Devlet solu iktidara
gelse portreyi duvara asar, bayrağı masaya, terliği alt çekmeceye
koyarsın. Burada dikkat edilmesi gereken şey, terlikle portreyi bir
araya getirmemektir.
Ne eşleri çalışır bunların ne de bölümlerinde bir kadın olsun
isterler. Azgın erkeklikten çok daha tehlikeli ve saldırgan olan
sinik bir erkeklik içinde yaşarlar. İç geçirmekle yetinmedikleri de
olur.
Her lojman biriminde bir “yengeler cuntası” bulunur. Beylerinin
kurumdaki makamlarıyla paralel bir statüleri vardır. Arş. Gör.
eşleri Prof, Dekan ve Müdür eşlerine kısır yapıp götürür,
bulaşıklarını yıkarlar. Lojman bahçesinde Yrd. Doç. çocukları
kaleye veya defansa geçerler.
Çok yalan söylerler. Daha doğrusu hayatları yalandır. Odana
gelip aslında dini inançları olmadığını ikrar ederler mesela. Ama
ilk Cuma sabahı yüksek makamları dolaşıp en yüksektekinin namaza
hangi camiye gideceğini öğrenmeye çalışırlar.
Parlak CV’lerine rağmen iş bulamayıp bir umut taşraya koşan Arş.
Gör. adaylarına mülakatlarda yıllarca “uzmanlık sorusu” olarak şunu
sorarlar: “Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri hakkında ne
düşünüyorsunuz?”
İdareciler sürekli değişir. Sen hep “kimi amcam kimi dayım,
hepisinden aldım payım” modunda olursun. Okulda Gülen kitapları
setini ücretsiz dağıtan bir sendika rapor tutmaya başlar.
“Müslümanlar eziliyor” diye yaygara koparırlar. Epey fit bir vitrin
mankeninin boynuna yağlı ilmik bağlanıp kafasına türban takılarak
basın toplantıları yapılır. Her Kürt, solcu, seküler, dindar,
kadın, demokrat ve Alevi fişlenir. Ne oluyor yaw demeye kalmadan
devlet sponsorluğunda kravatlı cihatçılık yapanlar yetmişlik bir
ergen selefîyi getirip başa dikerler.
Yurt yok, burs yok, yol yok, kampüs içi ring yok, kütüphane yok,
servis yok, lokanta yok, kafe yok, ağaç yok, çim yok, bank yok,
lavabo yok, internet yok, su akmaz, kuş uçmaz dolmuş geçmez,
elektrik ufukta görünmez, klima hayal edilmez, kalorifer yanmaz,
amfilerde öğrenciler bir ağızdan öksürerek ısınır. Ama yoz mu yoz
Batı ülkelerinde internet sitesi bile olmayan sahte kurumlara on
binlerce pound verip kendilerine en iyi rektör, en iyi üniversite,
en iyi pişmiş kelleci ödüllerini satın alarak orda burda
sergilerler!
Ne kadar iyi hoca varsa bezdirilip gönderilir. Bütün yabancı
hocalar atılır, yerlerine Suriyeli hocalar alınır. İlahiyat’ta
eğitim dili Arapça olur, okuldaki zorunlu-seçmeli Kürtçe dersleri
kaldırılır, müfredat selefî metinlere göre değiştirilir, Kürt
AKP’li bile olsa ötelenir, bütün daire başkanları Arap olur.
İçi boşaltılan Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü’nün üstüne
dev harflerle “Kudüs ve Filistin Uygulama ve Araştırma Merkezi”
tabelası asılır. Onlar için, yerine göre, Tanrı Dağı Hira Dağından
daha yüksektir. Ama işte yırtınsalar da Arap ya da Kürt
kökenlidirler. Ş’leri J, Kef’leri Qaf diye okurlar, Türkçe
bilmezler. Mesela burada araştırma sözcüğü öne alınmalı. İyi de
sorun yine çözülmüyor. Bu merkez neyi nerede uygulayacak?!
Aslında böyle bir merkez de yok. Bir sehpası bile yok. Tabeladan
oluşuyor. Ama o tabelayı getirip Türkiye’de Yaşayan Diller
Enstitüsü’nün tepesine çivilerler. Enstitüden birkaç Kürtçe sözcük
yükseliyor ya, bütün dertleri bunu boğmak. Olmayan merkezin hayvan
gibi tabelası asılırken toraman idarecilerin Kudüs fatihi havasında
gururla seyretmeleri aklımdan çıkmayacak. Kudüs filan da hikâye
tabii, bütün dertleri Kürtleri efendinin sopasıyla ezmek. Böyle de
ümmet kardeşliği şuuruna sahipler. Ama gel de bunu bizim kalın
dudaklı Kürt dincilere anlat!
Gelelim 15 Temmuz ve sonrasına: Başa gelmiş ergen, onu oraya
diken gruptan iki kişi ile dışarıdan bir kişiyi getirerek
yardımcısı yapmıştır. Bütün idareciler ATM kuyruğunda şehit olmaya
hazırlanırken darbe savuşturulur. Ne tesadüftür ki bu üç
yardımcıdan biri FETÖ iddiasıyla hapse atılır, biri FETÖ iddiasıyla
ihraç edilir, biri FETÖ iddiasından bir şekilde kurtulur; ama
ergene bir şeycik olmaz! Çocukları malum okullarda okuyan daire
başkanları ve dekanlar yerlerinde durur ama malum bankadan idarenin
teşviki ve hatta zorlaması ile 500 TL limitli kredi kartı alan
gariban doktora öğrencileri kapıya konur.
Ankara’nın gözünü boyamak için birkaç kelle verirler. Ama artık
kripto olmanın, kendini kurtarmanın vakti gelmiştir. Bunu nasıl
başaracaklar peki? Çok basit: Kürt ve solcu hocaları ihraç ederek!
İşte Ankara Üniversitesi’nde olan şey daha önce Mardin Artuklu
Üniversitesi’nde böyle olur.
Tamam, olan biteni roman olarak yazayım, ama tanıklık yüzünden
bile kendimi o kadar kirlenmiş hissediyorum ki. Ne haliniz varsa
görün deyip gidebilir insan. Ancak burada fazla olan ben değilim
ki. Ortada bir hukuk ve kamu vicdanı kalmadığını biliyorum, ama
bunca yıllık emeğimizi bu hoyratlıkla gasp etmeleri, sadece sırtlan
iştahı ile açıklanamaz: Bunlar bir şey saklıyorlar! Ortalık kendini
kurtarmak için başkasını harcayan ibişlerle dolu!
Temiz kalan yok mu peki? Olmaz mı? İdarede değil ama kurumda
üstüne gülün gölgesi düşse canı yanan, dürüst, takvalı dostlar
tanıdım. Elbette idarenin kollarına atılan eski yoldaşlar da!
Ha, “ve bir de çek defteri” kısmı var. Hiç gördüm mü peki?
Tövbe, neye benzediğini bilmem. Ama eğer kareli ise ve elime
geçmişse üstüne şiir yazmışımdır, kesin!
BİR GÜN
Mersin’e İşçi Filmleri Festivali gelmişti. Dışarı
çıktığım nadir günlerden birinde elime festivalin broşürü geçti.
Orada Ankara’dan taşındığımdan beridir görmediğim dostum Ömer
Leventoğlu’nun adını görünce, belgeselinin gösterileceği saatte
festival yerine gittim. Filmini izledim, konuşmasını dinledim.
Sonra görüştük. Bir süredir Mersin’de yaşadığımı öğrenince, “ben de
Ankara’dan Mersin’e taşındım birkaç gün önce” dedi. “Ya” dedim,
“nereye yerleştin?” “Davultepe diye bir yere” dedi. “Ya” dedim, “o
tarafta oturuyorum. Hangi site?” “Denizkent sitesi” dedi. “Hadi
yaw” dedim, “peki hangi blok?” “F blok” dedi. “Hadi lan! Kaçıncı
kat?” diye sordum bu kez. “İkinci kat” dedi. Doktora tezimin ilk
çıktısını, kapı komşumun printerından aldım!