…Ve doğa da insan da son nefese kadar direniyordu…
Roman, başından sonuna dek sahip olduğumuz ve kanıksadığımız, haliyle değerinin farkına varmadığımız ne var ne yok, bir kez daha düşünmesine neden oluyor insanın. Şu salgın günlerinde hele. Öyle ya, milyonlarca insan yaşamı boyunca her gün yaptığı ve üzerine hiç düşünmediği şeyleri yapamıyor şu sıra.
1970’lerin İstanbul’unda, rahmetli babam şoförlüğü bırakıp dükkân açmıştı ve mütevazı bir arabamız vardı. Dört kardeş, anne baba gezmeye giderdik. En sevdiğim maceralardan biri, Belgrad Ormanları’na piknik yapmaktı.
Ormana giderken, Zincirlikuyu’dan sonra fazlaca yapılaşma hatırlamıyorum. Hâlihazırda büyük bir yapı ve AVM olan yerde, Zincirlikuyu kavşağında, 10-15 katlı siyah bir bina vardı. Bugünün ölçülerinde hayli mütevazı ama o gün ‘gökdelen’ diye bildiğimiz, o binaydı. Bazı Türk filmlerinin holding sahnelerinde aynı yapının gösterildiğini hatırlıyorum. O yıllarda İstanbul belediye sınırları nüfusu iki-üç milyon civarında. Bugünün yaklaşık altıda biri. Orman yolu üzerinde ilk büyük mağaza çok yıllar sonra Maslak’ta cadde üzerinde açılmıştı. O yükseklikte başkaca bina hatırlamıyorum şehirde. Belki de çocuk halimle dikkatimi çekecek kadar çok değildi sayıları. Tabii bugün de var olan birkaç oteli saymıyorum.
Şehrin diğer yönlerine de arada bir gidiyorduk. Avcılar, bildiğim en uzak yerdi! Diğer yakada Kartal-Maltepe’yi dahi epey kırlık hatırlıyorum. İstiklâl Caddesi trafiğe açıktı. Haliç tabakhanelerinin kokusu insanı tüketiyordu. Habipler, Küçükköy gibi kenar semtler köyden göçenleri buyur ediyordu. Eyüp civarı, bugün birkaçı kalmış iki katlı ahşap evlerle doluydu. Eminönü sahilde tek balıkçı kayığı vardı. Adalarda denize güven içinde girmek mümkündü. Çok kar yağıyordu, özellikle 80’lerde uzun bir kar tatili hatırlıyorum. Söylemeye gerek yok herhalde, çok daha yeşil bir yerdi İstanbul.
Şimdiden bakınca, o gün hatırladıklarımın çoğunun artık olmadığını, varsa da çok değiştiğini görüyorum. Kuşkusuz kırk yıl uzun süre; hele ki Türkiye gibi az gelişmişliğin sorunlarını yaşayan bir ülkenin geçtiğimiz kırk yılı ile örneğin Norveç’in kırkı karşılaştırılmaz. Az gelişmişliğin ya da ‘gelişmekte olmanın’ kendine özgü koşulları var.
Malum Avrupa’da bir şehrin bir asır arayla çekilmiş iki fotoğrafını yan yana koyduğunuzda hemen hemen aynı olduğunu görürüz. Bu Türkiye açısından mümkün değil. Olmamasının bir nedeni ‘beklenebilir’ büyümeyse, diğer nedeni plansızlık kuşkusuz. Bildiğiniz gibi bunun ilk faillerden biri, Mimar Sinan camisini yıkıp bulvar açan Menderes’tir. Özellikle sağ iktidarların ve belediyelerin ‘bize plan değil pilav lazım’ sığlığının ve rant iştahlarının, yalnızca insana değil şehirlere verdiği zarar da hakikaten düşmanlık boyutunda. Şimdi o pilavı yiyoruz işte, afiyetle!
İstanbul gibi bir şehirde, ülke nüfusunun neredeyse dörtte birinin yaşıyor oluşu akıl alır gibi değil. Ve hâlâ şu gün bile, Ankara’daki kurumları İstanbul’da toplamaya çalışıyor iktidar. Bir deprem şehrine! Neden? Çünkü öyle istiyorlar. Başka bir nedeni, akla dayalı makul bir açıklaması yok. Her neyse… Artık yüksek binalardan silueti görünmez olmuş İstanbul, başka bir yer. “Bir tepeden bakıp” şiir yazılacak halde değil.
Bunları neden anlatıyorum? Belli bir tarihten, özellikle 80’lerle birlikte İstanbul’da şehre dair en çok işittiğim ifade şu oldu: “Vallahi canını çıkardık, mahvettik ama hâlâ çok güzel bir şehir, dünyanın en güzel şehri.”
Herkesi çileden çıkaran, herkesin takıntı haline getirdiği sözler vardır; işte bu cümle de benim başıma ağrılar girmesine neden oluyor. Öncelikle tüm dünyayı görmedim, ancak herhalde en güzel şehir değildir İstanbul. Zaten ‘en güzel’ ne demek? Gördüklerim arasında belli açılardan çok daha güzel yerler oldu. Hem birileriyle yarışa girmeden, ‘en’ olmadan da mutlu olabiliriz. Üstelik Ortaköy’de yaşayan ile Habipler’de yaşayanın, Sultanbeyli ahalisinin şehri aynı şehir mi? Hatta bir benzerlik var mı? Bunları bir yana bırakalım şimdilik…
İstanbul pek çok açıdan hakikaten etkileyici bir şehir. Doğru, çok güzel yerleri, tarihi, gün doğumu ve batımı, simidi, vapuru, ara sokakları, eşsiz Boğaz'ı, yaşamın canlılığı, rengi… Doğru olmasına doğru da, böyle bir güzelliği mahvetmekle neredeyse gurur duymanın mantığı nedir? Peki ‘mahvetmek’ eyleminin bir sonu olduğunu düşünmek bu denli güç mü? Neden bu serzeniş, yapıcı bir özeleştiriye yol açmaz bu toprakta? Neden, “O zaman artık mahvetmeyelim, mahvolmasına engel olalım,” denilemez?
‘Mahvettik ama…’cılar, hasardaki paylarını düşünmek istemezler mi? Hangi birimiz aklayabiliriz ki kendimizi?
Örneğin çatı katını biraz yükseltmek için verilen rüşveti… Örneğin biraz daha değerli bir daireye sahip olmak için şehrin kamusal alanlarının yok edilmesindeki iştahı… Örneğin yakınına AVM dikilen daireler için kiraya yapılmak istenen zammı… Örneğin uyarmak isteyen bilim insanlarının ciddiye alınmamış olmasını… Yüzsüzce sarf edilen ‘çalıyor ama çalışıyorlar’ ifadesinin gördüğü genel kabulü… İmar kıyaklarını… Ev yapabilsin diye yok edilen ormanlık alanları…
Evet, İstanbul ve başka pek çok şehir, belde, eskiden daha güzeldi. Güzelliklerin bir kısmı geri dönülemez biçimde yok edildi, bir kısmı azımsanmayacak ölçüde zarar gördü. Fakat artık dizginlenemeyen hırsın, kazanç iştahının, görgüsüzlüğün, doğaya meydan okumanın, kıymet bilmemenin, aptallığın, sınırına vardık.
Hayır, İstanbul’un getirildiği halden, Ankara gökdelenlerinden, İstanbul ahalisinin yazlık İstanbul’u olan Bodrum’un ve Çeşme’nin canına okunmasından, Marmaris’te yılda iki gün kalmak için gözümüze sokulan saraylardan vs. söz etmiyorum yalnızca. Dünya, hoyratlığın acısını çekiyor artık. İklim krizinin ve neden olduklarının boyutu ortada.
Bir süre sonra, “Yahu mahvettik ama şu dünya yine de güzel be,” denilecek bir dünya kalmama ihtimali var. Küçük ihtimal değil. Tarafımızdan pek ciddiye alınmayan bilim insanları süreler vermeye başladı ve neyse ki onları ciddiye alanlar da var yeryüzünde.
‘Sonuna gelmek’ gibi uyarılar genellikle çok şey ifade etmez insana. Çünkü henüz sonuna gelinmemiştir! Buna mukabil ‘insan’ dediğimiz birörnek değil. Bizim için bir şey ifade etmeyen uyarı, İsveçli için eder, edebilir, ediyor. Türkiye ahalisi içinde hayli azınlıkta kalan bir yurttaş kitlesinin ilgi alanındaki iklim krizi, dünyada giderek popülerleşiyor ve giderek daha çok ses getiren çalışmalara yol veriyor. Bilim insanları, zararı gidermek için ‘yedi-sekiz yıl’ kaldığını, sonrasının geri dönülemeyecek bir nokta olacağını savunuyor. Dünyayı, hepimizi uyarıyorlar.
Sera gazı etkisi, buzulların erimesi yani küresel ısınma, sular altında kalacak şehirler, takip edecek kıtlık, susuzluk ve salgın hastalıklar… Yukarıda değindiğim “Mahvettik ama…” düşünce biçimi ise giderek derinleşecek su, gıda ve salgın risklerini anlatabilmeyi çok zorlaştırıyor toprağımızda. Hal böyleyken Türkiye, örneğin bir Batı ülkesinden daha da fazla ‘rasyonel’ ve ‘insana-doğaya öncelik veren’ yönetici tipine ihtiyaç duyuyor artık. Şu son cümleyi yazarken dahi acı duydum. Gerekçesini tahmin edersiniz.
Dolayısıyla ülkelerin kaderi artık yalnızca o ülkeleri yönetenlerin değil, her zamankinden daha fazla ‘dünya insanının’ elinde. Ulusal sınırları ciddiye almayan tehditlerden söz ediyoruz. Edirne’de yağmayan yağmur ve kar, komşusu Yunan toprağında da yağmadı. Çin’de başlayan bir salgın, dünyayı esir aldı. Amazon’daki yangın Ankara’dakinin oksijenini tüketiyor. Ortada, kibirli ulusal liderlerin ve onların her alandaki işbirlikçilerinin ellerine terk edilemeyecek bir değer var: Canımız.
Çoluk çocuğumuzun, sevdiklerimizin, dünya insanlarının canı, aldığı nefes, söz konusu olan. Siyasetçilerin ulusal ve uluslararası sermeye lehine kararları bizi kurtarmayacak. Çok basit bir sorunumuz var, tekrar etmeli: Böyle giderse, bildiğimiz dünyanın sonu gelecek. Böyle gitmemesi insanların elinde. İçinde debelendiğimiz saçmalığa son verirsek ne âlâ.
Bugün sizlere önereceğim kitap Oya Baydar’ın ekolojik distopyası, “Köpekli Çocuklar Gecesi.” (Can, 2019) Baydar’ın romanı geçen yılın sonbaharında yayınlandı.
Ütopyalar ideal (güzel gelecek) olanı hayal etmelerine karşın, distopyalar totaliter-otoriter dünya betimlemesi üzerine inşa edilen ve ‘şimdiki’ karanlığa yapılan bir gönderme. Ütopya, Yunanca ‘olmayan yer’ demek. (Yanılmıyorsam Levent Kavas, ‘yokistan’ gibi nefis bir karşılık kullanmıştı!). Demek ki distopya, o olmayan ama idealize edilen yerin, korkutucu, karanlık tarafı. Haddimi aşmamak için meslektaşım Duygu Türk’e sordum, şöyle tanımladı distopyayı: “…gelecekte geçen bir hikâye ve şimdinin daha teknolojikleştirilmiş versiyonu olsa da, iması, bugünkü karanlıktır… olmayan yerin karanlık yüzü ya da bizzat içinde yaşayıp körleştiğimiz karanlık…”
En meşhur distopya örnekleri George Orwell’ın “1984”, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Yevgeni Zamyatin’in “Biz” romanları. Türkçe’de distopya okumamıştım. Baydar’ın kitabına çalışırken, Mahmut Eşitmez’in “Liberhell” adlı eserinden (Ayrıntı) haberdar oldum. Sizlerin de bilgi ve ilgisine…
Oya Baydar’ın çevreci distopyası, yukarıda Duygu Türk’e ait olduğunu söylediğim “gelecekte geçen hikâyenin, bugünkü karanlığı ima etmesi” tanımıyla örtüşüyor. Orwell’ın ya da Huxley’inki gibi bir romanla, özellikle Orwell’daki dehşet verici totaliter manzarayla karşı karşıya değiliz. Yaşamlarını ve ilişkilerini, aşklarını sorgulayan, baş başa, daha doğrusu ‘bir başlarına’ kalmış kadın ve erkeğin hikâyesi. Göz göre göre yok edilen doğal dengenin, sonunda azgın insanlığa ders verircesine, önce kuraklıkla, ardından dinmeyen yağmurla cezalandırdığı insanoğlu. Hiçbir şeyi umursamayan, bilim insanlarının uyarılarını dikkate almayan, her krizi daha otoriter bir yönetim kurmak için fırsata çeviren, ülkeleri yaşanmaz hale getiren liderlerin ve onların ulusal sınırlarının, polis ve ordularının, kanunlarının ve mahkemelerinin anlamını tümüyle yitirdiği, doğal felaket ortamı. Küstah ve şımarık insana karşı, çileden çıkıp yeryüzünün gerçek hükümdarının kim olduğunu hatırlatan, doğa.
Roman, başından sonuna dek sahip olduğumuz ve kanıksadığımız, haliyle değerinin farkına varmadığımız ne var ne yok, bir kez daha düşünmesine neden oluyor insanın. Şu salgın günlerinde hele. Öyle ya, milyonlarca insan yaşamı boyunca her gün yaptığı ve üzerine hiç düşünmediği şeyleri yapamıyor şu sıra. Bir şey almak için dışarı çıktığımızda karşılaştığımız her insanın ve dokunduğumuz her nesnenin bizi öldürme ihtimalini düşünüyoruz. Akıl almaz bir yabancılaşma hali bu ve ne kadar çok şey anlatıyor hepimize. Aslında nasıl da değerliymiş, varlığını dahi hiç fark etmediğimiz, her şey.
Hava, gıda ve su… Şu anda çoğumuz azına ya da çoğuna sahibiz ve değeri üzerine düşünmüyoruz. Kuraklık, kıtlık… Bu gidişle fark edeceğiz. Ya felaket kapıya dayanana dek umursamayacağız ve çok geç olacak, ya da kaygı duyup bir şeyler yapacağız.
Oya Baydar’ın kadın ve erkeği, tartışıyor, konuşuyor, yaptıkları hataları, yapmak isteyip yapamadıklarını anlatıyor birbirine, bir başına kaldıklarında. İster istemez okur da düşünüyor tabii aslında neye ihtiyaç duyduğunu, yaşamdaki asıl değerin ne, neler olduğunu. Fonda güncel siyasi çatışmalar, bölgesel savaşlar, giderek totaliter hale gelen yönetimler… Hakikaten, daha iki ay önce güney komşumuzdaki çatışmaya müdahale, asker gönderip göndermeme tartışılıyor ve nüfusun bir kısmı vatan haini ilan ediliyordu toprağımızda. Şimdi ‘kapı koluna’ dokunamıyor ahali. Bilim insanlarının dediğine göre, ‘iklim krizlerinin mamulü’ olan bir virüs nedeniyle. Doğa, daha ne diyebilir, ne kadar açık konuşabilir insanoğluyla!
Bir yerde şöyle diyor kahraman: “Sistemin efendilerinin, silah taciri süper güçlerin, savaş baronlarının, onların irili ufaklı ortaklarının suçlarının, günahlarının kefaretini günahsızlar ödüyor. Umudu yeniden kazanmak istiyorsak, artık basitçe kapitalizm olarak adlandırılamayacak, iyi ve insani ne varsa hepsinin düşmanı bir canavara, bir yaşam terminatörüne dönüşmüş sistemi yıkmak gerekiyor. Meselenin etrafında dolanmak, nedeni görmeden sonuca bakmak artık yeter…”
Sizce de yetmez mi? Çok mu hayalci? Saçma mı? Boş tartışmalarla mı geçirelim bir ömrü? Mahvettik ama yine de güzel mi? Bize bir şey olmaz mı? Olmaz mı?
Son cümle, yine romandan olsun...
“Ne garip! Yanmış, yıkılmış bahçelerde hâlâ güller açıyor, doğa da insan da son nefese kadar direniyor.”
Bir şeyler yapmak zorundayız. Zorundayız…
Teşekkür: Oya Baydar, kitaba Ömer Madra ve Turhan Günay’a teşekkürle başlamış. Ben de, müdavimi olduğum ve çok şey öğrendiğim Açık Radyo ve Ömer Madra’ya, eşsiz kamusal değerdeki yayınları için çok teşekkür ederim.