Seçim öncesi son yazılarımda sıklıkla tekrarladığın dini diktatörlük ihtimalini aşırı yorum olarak değerlendirenler çoğunluktaydı. Tümüyle karşı çıkanlardan ise seçimin ertesi günü yalanlayıcı sorular başladı. Hani diktatörlük olacaktı? Hani devlet dinîleşecekti? Cevaplar ise Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminin üzerinden sadece 45 gün bile geçmeden gelmeye başladı. O bahsettiğim birkaç adımın ilk denemelerini yaşıyoruz bugünlerde. Henüz bebek adımları gibi ama kısa sürede yere daha sağlam basılacağının işaretleri de birer ikişer geliyor.
Bir muhtar dil ve düşünce özürlü “resmi yazı” ile iki satırlık “nizamname” yayınlayıp toplumu hizaya çekme cüretinde bulundu örneğin. Tepkiler üzerine geri çekse de bu iki satırlık toplumsal talimatın kaza eseri oluşmuş bir hadsizlikten çok öte olduğunu gösteren Cuma Hutbesi yetişti ardından. Kadınlı erkekli köy düğünlerine itiraz eden muhtar tepki görünce Diyanet imdadına yetişiverdi. 7 Temmuz günü verilen hutbe Diyanetin konuya ilişkin fetva verme cüretinde bulunması demekti. Muhtar düğün davetlerinin yazma, gömlek, çorap ve benzeri hatıra sayılacak kullanıma uygun eşya ile “oku” gönderme geleneğine karşı çıkıp matbaada bastırılmış davetiye kartları gibi “modern” yöntemleri dayatmıştı. Diyanet de düğünlerdeki israftan girdi konuya. Fakat muhtarın da Diyanetin de lafının erkesi “kadınlı-erkekli” meselesiydi. Oyunlardı. Danslardı. Haramlardı. Helallerdi. Bahane tıptkı konser ve festival iptallerinde du kullanıldığı gibi "bir kısım rahatsız olanlar"dı. Sosyal yaşama nizam vererek desekülarizasyon politikası ufak ufak yol alıyor. Sadece 45 günde bile bunca yol alındı çünkü zemini geçmişte hazırlanmıştı. O zemin hazırlığı görüldüğü için seçim sonrasının dini diktatörlüğe gidiş olduğu, gören gözlerin malumuydu.
Desekülarizasyonun en etkili ilk adımları, kadınların ve kız çocuklarının ortak yaşamın eşit yurttaşları olarak varlığını sınırlandıracak eylem ve söylemler. Diyanet İşleri Başkanlığı Cuma Hutbesiyle görevi üstlendiğini ilan etti hepimize. Hutbenin içeriğine, seçilen ayet ve hadisle çelişen yanlarına dair söylenecek çok şey var ama şimdi konuyu dağıtmak istemiyorum. Diğer örnek ise Milli Eğitim Bakanı ve karma eğitim meselesi.
Bakan Yusuf Tekin ne kadar sureti haktan görünüyor, ona inanmayı seçenler için aman ne kadar masum konuşuyor, değil mi? Karma eğitimin Milli Eğitim Temel Kanunu uyarınca esas olduğunu söylüyor. Bakan olarak görevinin kız çocuklarını okullaştırmak olduğunun da farkında. Ancak önerdiği yöntemin Anayasanın eşitlik maddesine aykırı olduğunun farkında değil. Üstelik bir cümle içinde son derece sinsi bir tehdit ve keskin cinsiyetçilik ustaca iç içe geçirilmiş: “Veli isterse çocuğunu kız okuluna gönderebilmeli, isterse erkeklerin gittiği okula gönderebilmeli.” Bu cümledeki cinsiyetçilik ‘erkeklerin gittiği okul’ tanımında gizli. Asıl cins, eğitim hakkının gerçek öznesi oğlanlar olarak görülüyor. Anlaşılan Bakan da kendisini haylaz oğlan çocukları yerine koyup kızları top sahasından kovar gibi “yallah başka yere” manasında kız okullarını işaret ediyor. Cümledeki tehdit dindar ailelere yönelik elbette. Veli isterse gönderebilir diyor ama dindar ailelere dindarlık testi çeker gibi “sıkıysa oğlanların gittiği okula gönder” şeklinde parmak salladığı besbelli.
Şu an bu ilk adım denemelerinde iktidar da seküler ailelere diş geçiremeyeceğinin farkında. İlk aşamada asıl istenilen dindarları, cinsiyete göre ayrıştırılmış kompartmanlara yerleştirmek. Son yazımda değindiğim üzere bu ilk aşamada iktidar, geçmişte yani otoriter döneminde sergilediği cinsiyet ayrımcılığının bir adım ötesine geçmiş durumda. Artık ayrımcılık bitti şimdi ayrıştırma zamanı. İlkin dindarları cinsiyete göre ayrıştırılmış paralel toplum yapısına dönüştürecek. Dindarları bu alana çekmeyi başarırsa yeni adım atmasına da gerek kalmadan toplumda, dindar seküler paralel yaşamını kolayca başlatacağını biliyor. Bakanın açıklamasında geçen “bazı velilerin isteği” gerçekte iktidarın planı anlamında.
Peki, iktidar bunu nasıl bu kadar kolay yapabileceğini sanıyor, neye güveniyor? Bu toplumun dindar ailelerine güvenerek, dayanarak bu yola girdiğini zannedenler yanılır. İki keskin siyasal eğilime güveniyor: Dincilik ve laikçilik. Dindar ve dinci arasında olduğu gibi laik ve laikçi arasında da büyük fark var. Olmak ile satmak kadar farklılar birbirlerinden. Hani ahlaklı olmak ile ahlakçı olmak arasındaki fark gibi bir durum söz konusu. Ahlakçılık en büyük ahlaksızlıktır ya dincilikle din arasında; laikçilik ile laiklik arasında böyle bir fark olduğunu görmek gerekir. Dinci nasıl insanları dininden bezdirirse laikçi de laik sistemi tercih edenleri bile laiklikten bezdirecek olanlardır. Dinci ile laikçi simbiyotik ilişki içindedir. Erdoğan iktidarı, bu ikilinin ortak yaşamına güvenerek, tüm toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlar olarak ortak yaşam kurmasını önlüyor. Birbirinin zıttı olan bu iki yaşam formu zaman içinde birbirine hava gibi su gibi muhtaç hale geldi. Evrimleşerek, varoluşunu diğerinin varlığına borçlu bir yaşam formuna dönüştüler. Artık tek bir beden gibiler. Dinciler var olduğu sürece laikçiler, laikçiler var olduğu sürece dinciler nefes alabilecek hayatta kalabilecek kadar birbirlerine bağımlılar. İktidar bu bağımlılıktan yararlanarak yürüttüğü kutuplaştırma politikasını şimdi ileriye taşıyacak adımların da zemini olarak kullanıyor.
Başlıktaki soruya dönersem itiraf edeyim cevabı bende yok. Sadece ‘işte böyle olmaz’ dedirten bir örnek vermekle yetineceğim. Seçim öncesi “geliyor gelmekte olan” sloganı Kemal Kılıçdaroğlu için kullanılmış olsa da yazık ki demokrasi ihtimali değil dini diktatörlük ihtimali kazandı. Diktatörlük geldi demenin önünde bir engel kaldığını sanmıyorum. İstenirse ayan olan alametler sayılır ama buna da gerek olduğunu sanmıyorum. Baktığım yer bu diktatörlüğün dinîleşme yönünde attığı adımlar. Yukarıdaki örnekler ayak seslerinin en güçlü olanları. Ama "durdurmak için ne yapabiliriz?" sorusuna cevap ararken bir anda karşı kampın, en meşru en demokratik haklara bile saldırı pozisyonuna geçtiğini görmekten bizarım. Seküler yaşam tarzını geriletmek, olağan hale gelmiş toplumsal yaklaşımları tersine çevirmek (desekülerizasyon) için atılan adımlar özellikle kadınların kamusal varlığına tehdit oluştururken karşı kutuptan da dindarlara yönelik saldırı yine kadınların haklarına yöneliyor ya aralarındaki simbiyotik ilişki netleşiyor.
Söz ettiğim örnek Cemil Kılıç’ın sosyal medya paylaşımı. Son günlere ait bu örnek istisna değil pek çok benzeri var. Kendisine ulaşıp soramadığım için yeniden gündeme getirme nedenini bilmiyorum. Açıklarsa bu köşede yazarım. Fakat laiklik karşıtlarını mutlu eden, iktidarın desekülerizasyon politikasına hizmet eden bu paylaşımı yazmasam olmazdı. Bir yıl önce HSK yaz kararnamesi ile Türkiye’nin ilk kadın İl Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanan Tuba Ersöz Ünver ile ilgili haberi son günlerde cinsiyetçi ifadelerle paylaşması hayli dikkat çekici ve üzücü. Başörtülü bir kadının -ki biz başörtülü kadınlar arasında Hindistan’da raca olan kimse bulunmadığı halde başörtüsü yerine türban isimlendirmesini kullanıyor- ilk defa başsavcı olması aşağılayıcı yaklaşımla gündeme tekrar taşınmış. Tuhaf mı tuhaf; cinsiyetçi mi cinsiyetçi; bir o kadar da dindarları düşmanlaştırıcı. Üstelik tüm dindarları Diyanetin, bazı tarikat ve cemaatlerin savunduğu fıkıh dini algısına hapseden yaklaşım içeriyor sözüm ona soruları ve cevapları. Tabii laikçi dediğim tipler mesaja üşüşmüş, neler yazılmış neler… Mesajın din algısına hiç girmeden eşit yurttaşlık meselesine dair iki kelam etmek yerinde olur. Çünkü defalarca yazdım Cemil Kılıç’ın söz ettiği argümaların, ayetlerin ters yüz edilmesini de sağlayan uydurma rivayetlere dayandığını. Geçelim çünkü bu sadece dindarların meselesi. Ama bu ülkenin tüm yurttaşları için kadın erkek eşitliğini savunmak açısından konuya bakmak gerek.
Başörtülü bir kadının başsavcı olması sadece mesleki liyakat ve görev bilinci açısından sorgulanabilir, başörtüsüyle etiketlenerek değil, kadın oluşuyla etiketlenerek değil. Eşitlik ilkesi ve özgürlükçü düşünceden bu denli yoksun bir laiklik savunusu olmaz. Oluyorsa savunulan şey laiklik değildir. Çünkü laiklik eşitlik ve özgürlüğü içkindir. Ve birileri bu özgürlük ve eşitlik özelliğini yok sayarak laiklikten söz ediyorsa işte bu laiklik değil laikçiliktir. Nasıl dinciler erkek egemenliğini din kılıfına sokup satıyorlarsa aynı şekilde erkek dindarlardan sakınmadıkları konumları kadınlardan esirgemek niyetini başörtüsüne dolayarak ortaya sürenlere de laikçi ataerkiller denir. Laik sistemi aşındıran iktidarı mutlu edip sonra da laik sistemi savunduğunu kimse iddia etmesin. Hele de aynı inanç veya düşüncedeki erkeklere sağlanan konumları salt başörtülü olduğu için kadınlara uygun görmeyenler kendilerini demokrat, laik, özgürlükçü, eşitlikçi gibi sıfatlarla tanıtmasın. Yaptıkları tek şey laik olmadıkları halde laiklik satmak.
Diğer yandan küçümsenen o başörtülü kadınların varlığı sayesinde bu ülkede olabilecekse eğer bir gün dindar seküler kutuplaşması sona erecek. Biraz düşünen bu gerçeği görebilir. Çünkü iktidarın planladığı toplum düzeni başörtülü kadınların kamusal alandaki özgür ve eşit varlığına yönelen bir tehdit. Şu anda pek sesleri çıkmıyor gibi görünse de inanın bu kadınlarda büyük bir mücadele potansiyeli var. Kendi özgür varoluşuna yönelen tehdidi görüyor. Sadece kendinden olana karşı çıkmaları için biraz zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. O ihtiyaç duyulan zamanı kolaylaştırmak belki şu an devleti dinîleştirme politikasına karşı yapılması gerekenlerin başında geliyordur. İktidar bu toplumu ayrıştırmak isterken yapılacak şey sıkı sıkıya birbirimize tutunmak olmalı.