“Kırılmaktayız durduğumuz yerde, külufak olmaktayız! Günahtır
ve de Keşiş Dağı gibi vebali vardır. Yeter olmuştur, gün günden beter olmuştur ve de bıçak gelip kemiğe dayanmıştır..”
Kemal Tahir, Devlet Ana
Mehmet Fatih Traş’ı ne zaman düşünmeye kalksam suda seken taş gibi başka bir noktaya zıplıyor aklım. Aklın düşünceden kaçındığı anlar var çünkü. Aynı noktaya odaklanamıyorsun. Düşünceyi sürdüremiyorsun. Akıl bu sonuçta; kendini korumaya çalışıyor bir yere kadar. Sadece delirmemek için… Sık sık aklıma Fatih’in bir hocasına yazdığı, dönem sonuna üç hafta kala elinden alınan üç dersle ilgili mektubu geliyor… Yaşayacağı güçlüklerden haberdar eden bir cümleyle bitiyor mektup; “dönemin bitimine üç hafta kala alınan bu kararın gelecekte başka üniversitelere yollayacağım kadro başvurularında beni çok zor duruma düşüreceğini söylesem de…“.
Üniversite tasfiyesine elimizden gelenden de fazlasıyla direniyoruz ve umudu asla elden bırakmıyoruz. Ama işte bir yandan da böyle ağır kayıplar yaşıyoruz. İnkar edilemeyecek bir kaygıyı da beraberinde getiriyor bu kayıplar. Üstelik en açık biçimde görünen o ki herkes bir diğeri için kaygılanıyor. Profesör bir meslektaşım, “ben ders anlatmaktan filan epeyce hevesimi almıştım da ‘X’ için üzülüyorum çok. O kadar hevesle derslere giriyordu ki. Düşün, yıllar boyu sınavlar, tezler, sıkıntılar. Artık büyük kısmı bitti dediği ve büyük bir heyecan içinde derslere koşturduğu bir noktada atıverdiler meslekten” diyor. Üniversiteden “atılıvermekle” kalpler çok kırıldı. Tasfiyenin ideolojik niteliği bilindiği için olanları kimse kişisel almasa da bu böyle. Çıkışsızlık duygusunun bir arkadaşımıza daha yaklaşmasından çok korkuyoruz.
Düşünceyi hem sık sık Mehmet Fatih Traş’ın gülüşlü yüzüne götüren hem de oradan taş sekmesi hızıyla kaçıran şey de bu korku işte. Mehmet Fatih Traş’ı öldürdüler…
Vebali boyunlarına…
Derslere başlarken çoğunlukla sözcüklerin etimolojisine dair amatör bilgilerle açılış yapardım. Sağolsun Nişanyan Sözlüğü'nün çok emeği vardır derslerimde bu yüzden. Sözcüklerin üzerindeki katmanları birer birer soymaya çalışırdık öğrencilerimle. Geçmiş hallerine uzanırdık. Sanırım öğrencilerimle birlikte yıllar içinde en derinden kavradığım şey budur. Medya ve iletişim çalışmaları alanına dille, sözcüklerle ve öykülerle kurulan tutkulu bir ilişkiden daha fazla entelektüel açılım sağlayan hiçbir şey yok. Derste hep birlikte aynı kökten türemiş sözcükleri bulurduk. Şaşırırdık. Öğrenciler bazen hiç düşünmediğim ilişkiler kurar sözcükler arasında yeni yeni akrabalıklar keşfederdi.
O anlarda gözlerinden o bildik kıvılcım geçerdi. Birdenbire bir canlanma hali yaşanırdı derslikte. Daha önce de sözünü etmiştim bunun… Bugün elimde kalan en önemli şey bu canlanma anlarıdır işte. O canlanmada dile gelen, görünür olan o kadar çok şey vardı ki… Genç olmanın bilmeye, eleştirel düşünceye, yenilik içeren herhangi bir bilgiye aslında ne büyük bir açıklık hali olduğunu görürdüm orada. Bu yüzden de öğreten kişi olma kısmını çok önemsemedim hocalığın. Her daim bir Cahil Hoca gibi öğrencilerimle öğrenmeyi önemsedim. O dersliklerde öğrencilerimle birlikte genç kalmak istedim. Mütemadiyen kendi sınırlarımı aşma, öğrenme zorunluluğu ve üniversitede bir kürsü sana yer açmışsa, oraya karşı entelektüel bir çaba gösterme borcunu hissettim. Hayattan koparılan Mehmet Fatih Traş’ın da, ihraç edilen diğer pek çok arkadaşımın da böyle olduğunu biliyorum.
KHK’larla gelen üniversite tasfiyeleri işte bu memleketten “canlanma anlarını, canlanma hallerini” çaldı… Tam olarak çalmak istediği şeydi bu. Çünkü düşünce yetisi bakımından “yarı ölü” olunmadan bu kadar değer yitimine, yozlaşmaya, bu kadar düşükleşmiş bir tenezzül düzeyine tahammül edilemezdi. Düşünün; CHP’nin toplantısına katılan muhtarlara soruşturma açmanın anlamı nedir? Sadece tenezzül etmek değil bu. Varlığını artık bizzat “bir tenezzülden ibaret olmaktan” devşirmek. Neyse… “tenezzül” gelecek yazılardan birinin konusu olacak…
İşte böyle oradan oraya sekiyor düşüncelerim. Söz verdiğim yazıları yazmakta da güçlük çekiyorum bu yüzden.
Vebal demiştim:
Nişanyan Sözlüğü, Arapça kökenli bu sözcük için “wbl kökünden gelen wabāl ‘ağır yük, bela, sorumluluk’ sözcüğünden alıntıdır” diyor. Yük, getirme, taşıma ile ilişkili olduğunu söylüyor. Nişanyan ayrıca bela ve iptilanın da bu sözcüğe gönderdiğini belirtmiş. Edib Ahmed’in Atebet-ül Hakayık’ından (Gerçeklerin Eşiği) günümüz Türkçesine tercüme ettiği bir alıntıyla örnekliyor; “bu dünya malından yiyecek ile giyecek al, fazlasını isteme, yük ve ağırlıktır.”
Fazlasını, daha daha fazlasını hırsla isteyenler vebal alıyor…
Vebalin sel, sağanak ve hatta iri damlalar halindeki yağmurla ilişkisini kuran bazı bilgilere de rastladım internette. Doğruluklarını anlama şansım olmadı ama zihin açıcı geliyor bu bilgi. Ekşi Sözlük’te ise Uçan Kertenkele ismiyle yazan bir yazar “vebal” başlığı altına Kemal Tahir’den yukarıda yer verdiğim alıntıyı hatırlatmıştı ki bu alıntı da okuduğunuz yazıya duygusal bir esin verdi.
Vebal ağır, önüne katıp sürükleyen, omzundan bastırıp çökerten ağır bir manevi/tinsel yük velhasıl.
“Tin”i olmayan tinsel bir yükü neresinde taşıyacak diye sorulabilir kuşkusuz. Ama vebaldir; boyunlarını önünde eğmeseler de arkalarından ömürlerince sürükleyecekleri bir yük…