Vefat eden sağlık çalışanlarının çocukları için...
Büyük emek harcanmış, pırıl pırıl insanlarca, özenle hazırlanmış bir çalışma “100 Doktor 100 Tarif.” Yinelemenin zararı yok, tüm gelir vefat eden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitiminde kullanılacak. Bu kez yalnızca önermiyorum, 'hararetle' öneriyorum.
Daha önce bir yemek kitabı üzerine yazmamıştım. Zaten daha önce, bir yemek kitabı okumuşluğum, karıştırmışlığım da yok! Ne yazılır, nasıl yazılır bilmiyorum. Olsun, önemli değil muhterem okur, bugün 'geç fark ettiğim' bir yemek kitabından söz etmek istiyorum yine de, kaç kişi okuyorsa bu yazıyı, haberdar olmalı.
Hekim zümresini çok severim. Tababetle kötü anısı olan da çok. Nihayetinde şu ya da bu gerekçeyle nahoş sıfatlar hak eden meslek erbabı az değildir, ancak her 'meslekte' olur, beş parmağın beşi bir değil, demişler. Benim sevme nedenim -pek kötü bir anım olmaması bir yana- ailemdeki hekim. Cemal Süreya'dan esinle, “üç abla ortasında büyüdüm”, biri intaniyeci! İlkokuldayken, ablam Cerrahpaşa'da öğrenciydi. Arkadaşları evde eksik olmaz, yurtta kalan bir-ikisi hafta sonunu bizde geçirirdi, bu nedenle 'tıpçı ablaların' izi çok belirgin küçüklüğümde.
Yalnız, “Çok severim” derken, 'rektör' hekimleri diğerlerinden ayırmak isterim. Biz çok çektik, size çektirmesin. Belli ki üniversite hastanelerindeki hekimler içlerindeki en vahim tipleri rektör yapıp kendilerini, öğrenci ve hastalarını onlardan kurtarmayı amaçlıyor! Şu yaşıma dek, her şeyi geçtim, fen bilimleri ile beşerî bilimler arasındaki belli başlı farkları kavrayabilen bir tıpçı rektöre dahi rastlamadım. Feci şeyler, feci.
Ağır, çileli bir eğitimden geçiyor tıp öğrencileri ve hem öğrencilik hem de asistanlık günleri, öyle böyle değil, çok zorlu. Kadim bir bilim dalı malum, Ortaçağ'da üniversite denildiğinde kabul edilen üç ilimden biri tıp. İşin içinde, eğitimle edinilen bilgi kadar, yetenek ve 'ustalaşma', ağır işçilik gerektiren bir yön de var. Tıp bitti, diplomayı aldın, hadi bakalım mecburî hizmete. Neler yaşıyor insanlar memleketin en ücra köşelerinde. Ablam sevmişti ilk tayin yeri Giresun Keşap'ı, belli ki oralarda bambaşka yönlerini öğreniyor insanlar, hem mesleğin hem memleketin. İlk yılların heyecanı da olmalı. TUS ve uzmanlık aşamaları bir yana, eğer devlet memuriyetinde devam edilecekse, sonrası tayinlerle sürüyor. Gecesi gündüzü olmayan bir meslek.
İtin kopuğun saldırılarına karşın saygın bir konumu var hekimliğin bu toplumda. Her şeyden önce bir meslek. Anayasacılık gibi değil, meslek gibi bir meslek. Bir hekim dünyanın her yerinde hekim. Hak edilen bir saygınlık bu. Kolay mı, insan canıyla uğraşıyorlar, daha önemli ne olabilir.
Biraz dalgacılığın sakıncası yoktur tahmin ediyorum, yazıyı okuyan hekimler darılmasın; şu 'Latince tıp terimleri' ile konuşmak ve reçetelerdeki el yazısı da başlı başına itibar kaynağı gibi gelmiştir hep bana! Din adamlarının, hukukçuların ve mesleğe yeni başlamış sosyal bilimcilerin yazıp konuştukları da kolay anlaşılmaz, misal. Hangi yazarın söylediğini hatırlamıyorum (Aziz Nesin olabilir!), mealen “herkesin bildiğinin hiç kimsenin anlamayacağı şekilde dile getirilmesi” nevi bir bilim tanımı okumuştum bir yerde. Hekimler de bu tanımdan masun değil. İnsan, karşısındakinin söylediğini anlamadıkça, 'yahu ne derin insan' ya da 'kim bilir ne önemli şeyler anlatıyor' diye düşünmeye başlar haliyle. Peki, şakayı burada kesiyor ve köşe yazarı ciddiyetine bürünüyorum yeniden...
İnsanın kendisini en zayıf, en kırılgan hissettiği anlardan biri, hekim karşısında geçirdiği zaman. Yüzünüze bakıp kuracağı her cümle sizin için yaşamsal önemde. Morale ihtiyaç var. Haklı olarak güler yüz ve tatlı dil beklerken, o hekimin o gün kaçıncı hastası olabileceğini, size gelene dek neler yaşamış olabileceğini düşünemiyor insan bazen. Berbat muamele eden, çileden çıkaran hekim elbette var. Biz yine de, hani gün içinde sağda solda insanı çileden çıkaran, saygısız, terbiyesiz, yanına dahi yaklaşmak istemediğimiz rezil tiplerin her birinin, aynı zamanda birer 'hasta' olduğunu ve hekimlerin sabah akşam işte o insanlarla uğraştığını düşünmeyi ihmal etmeyelim, derim. Her Allah'ın günü, onlarca insan. Çoğu hastanede akla ziyan bir iş yükü. Üstüne o hastanelerin yöneticilerini de ekleyin; malum bıyık, malum hal tavır ve malum kareli ceketleriyle...
Salgında Türkiye'nin en büyük şansı, iyi yetişmiş hekimleri, iyi yetişmiş ve fedakâr sağlık çalışanları. Canını dişine takıp çalışıyor insanlar ve çok yorgunlar, çok. Bizlerden farklı olarak “lebalep” dolu salonları, o yorgunluk ve emekle izliyorlar ayrıca. Çileden çıktıklarını tahmin edebiliriz. Uzun süre ailelerinden ayrı kaldılar, hastalarını, arkadaşlarını, sevdiklerini kaybettiler.
Türkiye bu salgında çok sayıda sağlık çalışanını yitirdi ve sayı azalmakla birlikte kayıplar sürüyor. Bugün size söz edeceğim çalışma, hayatlarını kaybeden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitimi için hazırlanıp yayınlanmış bir yemek kitabı. “100” yazarı var, tümü hekim ve her biri bir yemek tarifi yapmış. Şahane bir iş. Caretta Kitapları'ndan yayınlanmış. Editörlüğünü yapan, Dr. Murat Çam. Murat Bey de “Arnavut ciğeri” tarifi yapmış.
Kapağı çevirince, hemen ikinci sayfada şu satır çıkıyor karşınıza: “Covid-19 salgını ile mücadelede şehit olan sağlık çalışanlarımıza adanmıştır. Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.”
İnsan bir yemek kitabının sayfalarını gözleri dolarak çevirir mi, eh bu satırı okuduktan sonra mümkünmüş demek ki.
Önsöz'e güzel bir başlık koymuş editör: “Dost bağına mahanasız girilmez.” Ardından derdini anlatmış. Murat Çam, emekli cerrahi uzmanıymış ve meslektaşları çalışırken o da bir şeyler yapmak isteyip kişisel merakı olan yemek hevesini böyle bir çalışmaya dönüştürmüş. Diğer hekim meslektaşlarından destek alıp çok sayıda meslektaşından gelen yemek tarifi içinden 100'ünü seçmişler. “100 Doktor 100 Tarif” böyle oluşmuş. Kitabın 'tüm' geliri, vefat eden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitiminde kullanılmak üzere KAHEV (Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı)'e bağışlanıyor. Bursun adı, “Emanetiniz Emanetimizdir.”
“İçindekiler” kısmı lokanta usulü. Çorbayla başlıyor, mezeler, 'ara sıcak' kabul edilebilecek bulgurlu köfte ve zeytinyağlılar, ardından etliler, pilav çeşitleri, deniz ürünleri, börekler, pasta-tatlı faslı... Her yemeğin fotoğrafı ve tarifi var, o fotoğraflar da ahçılarca çekilmiş belli ki. Hakikaten çok emek harcanmış, hele ki şu koşullarda hiç kolay olmamalı, bunca insanı bir araya getirip böyle bir işi kotarmak.
Kitapta bildiğim yemeklerin yanısıra, bugüne dek adını duymadığım yöresel yemekler de var. Her yerden, her karış topraktan. Fakat insan gayriihtiyari, Antakya, Antep mutfakları iyi ki var, diyor sayfaları karıştırırken. Bu arada, katkı sunan hekimlerimizin fazlaca kolestrol ve kalori derdi olmadığı da belli! Bir de, özellikle 100 aşçının biyografisine dikkat ettim. Ülkenin her yerinden, muhtelif 'devlet' okullarından mezun olmuşlar. 'Kamucu' eğitimin nasıl bir toplumsal çıktısı olduğunu, olabileceğini, değerini bir kez daha düşündürüyor ve mutluluk veriyor. Mutfak zenginliği, ha keza. Ne güzel bir ülke de, ah...
Büyük emek harcanmış, pırıl pırıl insanlarca, özenle hazırlanmış bir çalışma “100 Doktor 100 Tarif.” Yinelemenin zararı yok, tüm gelir vefat eden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitiminde kullanılacak. Bu kez yalnızca önermiyorum, 'hararetle' öneriyorum.
Düşünenlerin, o “100” hekimin, emeği geçenlerin ellerine sağlık. Çok değerli bir işe girişmişler, hora geçeceğine kuşku yok.
Değerli hekimlerimiz, tüm sağlık çalışanlarımız, sağolsunlar var olsunlar, hakları ödenmez. Vefat edenlerin, mekânları cennet olsun...