Müslümanların Kurban Bayramı'nı kutlayarak başlayalım.
Kurban Bayramı –ismi üzerinde- “kurban”sız olmadığı için bu ritüelin yazının başlığında sözünü ettiğim gruplar/ kesimler tarafından nasıl algılandığını tahmin etmek zor değil. Hayvanların değil etine, sütüne, yumurtasına, giyim malzemesi olarak kullanılan derisine bile dokunmayan ve dünyada sayıları hızla artan bu insanların Kurban Bayramı'nda evlerine kapanıp medyanın her türlüsünün eve girmesine yasak koyduğunu tahmin edebiliriz.
İnsanların bu etik seçimi “dünyanın geleceği” açısından nesnel gerekçelerle de desteklenme yolunda. Bu çerçevede bir örnek vermek gerekirse, ünlü ekonomist Jacques Attali, gelecekte hepimizin gönüllü ya da gönülsüz olarak vejetaryen olacağımızı çünkü hayvan yetiştirmenin doğadaki suyun aşırı tüketiminin yanı sıra sera gazının başta gelen üreticisi olduğunu söylüyor. Yani özetle gelecekte mecburen “et obur” olmaktan uzaklaşmamız gerekiyor.
Kurban Bayramı'nda bu “müjde”yi vermenin pek çok insan için can sıkıcı olduğunun farkındayım. Hatta kimi okurlarımın “Bu konuyu açmak için bugünü mü buldun?” diye söylendiklerini de tahmin ediyorum…
İnsanın tüketimi tabii ki sadece “et obur”lukla sınırlı değil. O aynı zamanda “ot obur” bir canlı. Oysa birçok hayvan, bir dönem özellikle “muhafazakar” televizyon kanallarının yemek saatinin hemen ardından yayına soktukları “vahşi yaşam”(!) türünden “belgeseller”de karşımıza çıkardıkları “ceylanı parçalayan aslan” örneğinde olduğu gibi sadece “et obur”. Dolayısıyla, söz konusu yayınlara “Hayat işte böyle bir mücadeledir, ceylan olmasa aslan neslini nasıl sürdürebilir?” benzeri kıssadan hisseler değil sadece vejetaryenler ve veganları değil, akıl yürütme yetisine sahip herkesi kendine güldürmez mi? Yani demek ki, bir “ot obur” olan insan –aslandan farklı olarak- “et obur” olmadan da hayatını sürdürebilir.
Bu çerçevede önemli bazı çalışmaların insanın “et obur” bir canlı oluşunun başlangıcının eskiden olduğu gibi çok eskilere gitmediğini ileri sürdüğüne de hatırlayalım.
Yazının bundan sonrasını bir zamanlar her Kurban Bayramı'nda yayımladığım yazılardan kısa alıntılarla tamamlayacağım. Bu “eski defterleri karıştırmak” isteği, o zamanlar da altını çizdiğim gibi, bu bayramın başlangıcında yatan İbrahim Peygamber'in oğlunu (İsmail-İshak) kurban etmeye niyetlenmesi üzerine yeterince düşünmediğimiz tespitinden kaynaklanıyor. Bu bayramın başlangıcında yatan olay o derece etkileyiciydi ki, işin bu faslını unutup “kavurma”ya kaşık sallamakla işin altından kalkılamazdı.
Bakın, Altıparmak’ın Osmanlıcaya çevirdiği Peygamberler Tarihi’nde İbrahim Peygamber'in “imtihan” meselesi nasıl tasvir ediliyor:
"İsmail Aleyhisselâm dedi ki: Ey babam! Acele et. Rabbimiz'in emrini çabuk yerine getir. Emr yapmakta geciktiğimiz için Rabbimiz'in bizi azarlamasından korkuyorum. Ey babam! Elimi ayağımı çöz, melekler, kendi istediğimle kurban olduğumu görsünler ve Halinin oğlu Celinin işinden razıdır desinler."
Üç büyük dinin “babası” konumundaki bir peygamber baba, kendisi gibi peygamber olan iki oğlundan birisini (İsmail ya da İshak olması burada önemli değil) bir “rüya”dan hareketle kurban etmeye hazırlanıyor, bu arada oğul da babasının işini kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyordu.
Bunun üzerinde düşünmeyecek ise neyi düşüneceğiz?
Bir "baba-oğul" böyle bir boğazlama-boğazlanma, kurban etme-kurban edilme işini nasıl olup da son derece büyük bir istek ve "arzu" ile kabullenebiliyorlardı. Bu "basit" sorunun "tarihsel" bir soru değil, doğrudan bugünü ilgilendiren bir soru olduğu açıktı. Bu basit sorunun -bugün de, bu bayramda da- babası ile kurbanlarını kesmeye hazırlanan bir "oğul" tarafından bile dile getirilmesi çok muhtemeldi.
Demek ki, bu "kurban" meselesine başta "psikanaliz" olmak üzere, "insan"ı bize farklı yönleriyle tanıtan farklı disiplinler yoluyla yaklaşmayı biz de denemeliydik. "Biz de" diyorum, çünkü biliyorsunuz bu yol başka kültür çevrelerinde çoktan açılmış durumdadır.
Daha eskileri anmasak bile yüzyılımızda Chagall bu konuyu ünlü bir tablosunda resmetmemiş miydi? Kierkegaard başta olmak üzere birçok filozof bu “kurban” olayı üzerinde düşünmemiş miydi? “Psikanaliz” söz konusu olduğunda “Kolunu tutan melek arzu yasasının 'hayır'ını temsil ediyordu” diye söze başlayan bir Lacan yok muydu? Belki bu arada, “ahlak”ı kendi yasaları çerçevesinde anlamaya ve tanımlamaya çalışan, “ahlaksal hayatın özerkliği” konusunda ısrar eden Kant''ın şu görüşü de hatırlanabilirdi: “İbrahim yanlış duydu. Bir babadan oğlunu kurban etmesini isteyen bir ses, Tanrı'nın sesi olamaz...”
*
Çok daha yakın bir örnek daha verelim: “Şiddet” söz konusu olduğunda yazdıklarına kayıtsız kalınmaması gereken Rene Girard da bu konu ile yakından ilgilenmiş. “Dinler tarihi”ne hakim bu düşünür, “Hz. İbrahim'in imtihanı”nı bir asrın dönüm noktası olarak görüyor. Düşünüre göre, bu “olay” ile hepimizin bir biçimde bildiği gibi, belirli aralıklarla “insan kanı” talep eden “tanrılar” devri kapanmıştır. Tamam belki babalara tanınan “oğul katli” hakkı çok daha ileriki zamanlarda da (Yunan ve Roma’yı hatırlayın) devam etmiştir. Ama Girard'ın söz ettiği “eski şiddetli tanrılar” devrinin artık sonu gelmiştir...”
*
Bu önemli konuyu psikanalist Françoise Dolto'nun İncil'i psikanaliz çerçevesinde gözden geçirdiği kitabından küçük bir alıntı yaparak kapamak istiyorum. Dolto, bir psikanalist olarak İncil'e ilgisini şöyle özetliyor: “İncil'i okurken orada bir psikodramı keşfediyorum. Hikayeleri anlatırken kullanılan sözcükler, cümlelerin seçimi, bazı temaların seçimi, Freud'un bilinçaltını ve onun yasalarını keşfinden itibaren başka bir tarzda anlaşılabiliyor.”
*
Demek ki kutsal metinlerin farklı disiplinlerin kavramlarıyla yeniden okunması insanı zenginleştiren bir seçimdir. O halde “Kurban” bayramları da benzer okumaların konusu olamaz mı? Gelecek bayramları da illâki “kasabın elinden kurtulan boğa” haber-yorumlarıyla mı geçirmek zorundayız?”