Bundan belki on yıl kadar önce, şimdi bizlere neredeyse II. Meşrutiyet’in ilân edildiği denli uzakta kalmış görünen günlerde, başlıktaki pankartı görmüştüm. LGBT-I yürüyüş (“Q” yoktu o zaman diye anımsıyorum) kolunun en önünde, iki eliyle başının üzerine kaldırmıştı taşıyan. Hrant Dink cinayetinin ardından “hepimiz Ermeniyiz” dövizlerine, “iyi ki Bülent Ersoy vurulmadı, yoksa bunlar ‘hepimiz i.neyiz’ diye eylem yapardı” yollu, zevksiz desem hafif kalır insanlıkdışı diyebileceğim, kinayelerin yapılabildiği hariciye âleminden bakışla hem medeni cesaret hem yaptığı çağrışımlar bakımından zihnime çakılmıştı sözkonusu slogan.
Mesele de esasen gayet basit: Bu ülkenin bir anayasası halen var. Anayasada devletin laik ve yurttaşların da kanun önünde eşit oldukları yazılı. Diyanet İşleri Başkanı, dünya Sünni Müslümanlarının ruhani lideri filan değil. O devletin bir memuru. Ağzından çıkanlar, cumhurbaşkanının dün kabine toplantısının ardından iddia ettiği biçimde, ona inanana göre bağlayıcı, inanmayana göre görüş olamaz. Dolayısıyla, AKP ya utangaçlığından sıyrılıp anayasayı değiştirmeyi önermeli, ya diyanet işleri başkanı devlet memuru olmamalı. Siyaseten hem AKP, hem CHP’nin önüne ödevler koyuyor sözkonusu tartışma: AKP açısından post-Erdoğan mirasın ne olacağının biçimlenmesi, CHP açısından ise “dinle, dindarlıkla kavga etmeden” dedikleri yaklaşımla nasıl bir demokrasi istediklerinin takiye yapmadan seçmene anlatmaları.
Erbaş’ı “yanlız” bırakmayan iktidarın düşünür/sözcü üçlüsü Çelik, Altun, Kalın için de (Ünal henüz ses vermedi sanırım) benzeri sorular akla gelebilir. Örnekse, velev ki adaylıktan vazgeçen Pete Buttigieg ABD Başkanı seçileydi, Kalın da, Altun da, Çelik de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ardı sıra dizilip ceketlerinin önlerini ilikleyerek, el sıkma sırası kendilerine geldiğinde, belden kırmalı malûm (benim de bihakkın vakıf olduğum) memur selâmını vermeyecekler miydi ilk Vaşington ziyaretlerinde? Yine Erdoğan’a göreyse, Diyanet İşleri Başkanı’nın ifadelerine eleştirel yaklaşmak, onun gibi “görüş belirtmek”, devlete saldırı demek oluyormuş. Başka deyişle, ancak vergi mükellefi yurttaş tarafından sağlanan devlet maaşını ve sırmalı cüppesini çıkardığında eşitlik geçerli olacak.
Sorunun, kendiliğinden diğer muhatapları ise Sağlık Bakanı Koca ve Bilim Kurulu üyeleri. Yurttaşlar onların sözlerini mi dikkate alacak, sıraladığım sözcülerininkini mi? Koca’ya, “Sayın Cumhurbaşkanı Alevilikten din olarak söz edilmesini telin ediyor, siz ne dersiniz?” diye sormanın pek anlamı yok. Ancak, eşcinselliğin pandemiyle ilgisi sorulabilir. Ne bileyim, “salgın Kürtler arasında daha hızlı mı yayılıyor, yoksa Kürtlerin fıtratı daha dirençli mi çıktı?” diye devam da edilebilir, bir kere o yola girilirse. Herhalde babacan sağlık bakanı “evlâdım başka işin mi kalmadı mübarek günde?” yollu bir yanıt verecektir. Efendim hem şerefelerden (ezan demiyorum) ilahiler, salavat tekbirleri, salalar okunsa, hem bir yandan bilimsel yöntemlerle mücadeleye, önlem alınmaya devam edilse fena mı olur, kime ne zararı var? Öyle ya, inanan inanır, inanamayan hastalanır.
Dolayısıyla çok gerilerde bıraktığımızı sandığımız kamusal alan-özel alan ve laik cumhuriyet toplarına girmeden, düpedüz rejim tartışması yapmadan, suret-i haktan görünerek, söylemsel şirinlikler benimseyerek buradan öteye gitmemiz bana pek olanaklı görünmüyor. Saygın siyaset bilimci Prof. Dr. Somer "bizim rejimimiz demokrasi ama uygulanmıyor, biz uygulayacağız" demek daha doğru -hem siyasal iletişim hem de olgular açısından” önermesinde bulunuyor. Erdoğan ise kendi açısından bana göre haklı olarak muhaliflerini çayıra güreşmeye çağırıyor. Devrimsel nitelikte kökten bir dönüşümden aşağısının bizi kurtarmayacağı ortada. Erdoğan’ın meydan okumasına muhalefetin yanıtı “biz de senin kadar Müslümanız, biz de senin kadar milliyetçiyiz, biz de senin kadar delikanlıyız” olacaksa, buyurun cenaze namazına.
Bana düşen Güney Yemen’in yeniden bağımsızlık iddiası, Libya’da General Hafter’in Skirat Anlaşması’ndan çekilmesi, Suriye’de Esat yönetimi içindeki hesaplaşmalar üzerine yazmaktı bugün. Dışarıya bakınca, sık kullanıldığından belki artık içi de boşalan deyimle, tarih hızlanıyor. İçeriye bakınca, zaman durmuş gibi. Geçen yazımda 150 küsur yıl önce Tunuslu Hayrettin Paşa’nın anayasal reform çığlığından bugüne gelinceye dek bir arpa yol gitmemişe benzediğimizi yazmıştım. Bugün de küresel salgın günlerinde eşcinselliğin “hastalık” olarak nitelendirilmesi üzerine yazmak hem zûl, hem zorunlu. Kozmetik değil, esasa ilişkin bir tartışma bu. “Laik cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak yan yana değil, iç içe insan gibi yaşayacak mıyız?” sorusuna yanıt arıyoruz.
“Velev ki i.neyim” diye pankart yazıp, başının üzerinde taşımak bu ülkede nereden bakarsanız yürek ister. Ve Tienanmen Meydanı’nda elindeki pazar torbasıyla tankların önünde kalem gibi duran adsız demokrasi kahramanıyla aynı panteona layıktır benim indimde. Bazen tek bir satır, tüm bir demokrasi serüvenini damıtır. Göğsünü gererek “velev ki i.neyiz” diyebilmek, “arkadaşıma dokunma” demektir, “faşizme inat, kardeşimsin Hrant” demektir, “Allah Türkçe bilmiyor mu?” demektir, “jin-jiyan-azadi” demektir. “Velev ki i.neyiz” diyebilenler, “bizler eşit anayasal yurttaşlarız, tebaa değiliz” diyebilenler ve mutlak özgürlüğü, kamu düzeni denilen amorf boğuntunun üzerine koyanlardır. “Devlet nedir” gibi gayet basit bir sorunun yanıtı üzerinde uzlaşamadığımız takdirde demokratik rejimde yaşadığımızı iddia etmek de bana göre güç hatta olanaksızdır.