Veli Ağbaba: Yetmez ama evetçilerle helalleşmek lazım
CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’ya göre AKP, Türkiye’ye “İhvan kültürünü” yerleştirmeye çalışıyor. “Hayır” diyen kesimlerin 2019’daki başkanlık seçimleri öncesinde ortaklaşarak tek bir aday çıkarabileceğini söyleyen Ağbaba, 15 Temmuz darbe girişimine giden yolun 12 Eylül 2010 referandumuyla açıldığını ileri sürdü.
Demokrasilerde iktidarlar belli konuda bir karar aldığında,
kanun çıkardığında, o karara veya kanuna yönelik itiraz sokakta
görünür hale gelir. Fakat iktidar, toplumun razı olmadığı konularda
kararlar alırken, buna yönelik protesto hakkı da yasaklanıyor.
Anayasal güvenceye tabi olduğu halde aslında OHAL öncesinden beri
toplu gösteri ve yürüyüş hakkı, ifade özgürlüğü fiilen askıdaydı.
Peki dışarıda, sokakta bunca kısıtlama varken, hapishanelerde durum
ne?
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Cezaevleri Komisyonu Başkanı Veli
Ağbaba’nın kapısını, sokaktaki vaziyetle hapishanelerdeki
koşulların mukayesesini yapmak üzere çaldık. Fakat konu dallanıp
budaklandı ve bir önceki anayasa referandumunun yapıldığı 2010
tarihine kadar gitti. Haliyle de o referandumun belirleyici
unsurlarından biri olan “Yetmez Ama Evet” kampanyasının
yürütücülerinden bahsetmemek olmazdı. Ağbaba’ya, açlık grevlerinin
100’üncü gününe yaklaşan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın
durumunu, ilan ettikleri süresiz oturma eylemini neden
sürdürmediklerini, cezaevinde görüştükleri HDP lideri Selahattin
Demirtaş’la neler konuştuklarını, 2019’daki başkanlık seçimleri
için nasıl bir yol izleyeceklerini ve CHP’nin vaziyetini
konuştuk…
Hasankeyf’in baraj altında bırakılması projesine,
Karadeniz’deki HES’lere, her yere AVM dikilmesine ve kentsel
dönüşüme yönelik toplumsal tepki, şu an dördüncü yıl dönümü
olan Gezi Parkı’ndaki dönüşüm girişimine karşı isyanla had safhaya
ulaşmıştı. Fakat her ne kadar geri çekilse de zeytin alanlarının
imara açılması projesinde olduğu gibi hükümetin bu tür çalışmaları
kolay kolay engellenemiyor. Siz muhalefet olarak bu konuda nasıl
bir muhasebe yapıyorsunuz?
Zeytinden tutun da HES’lere ve kentsel dönüşüm projelerine kadar
bütün bu düzenlemeler siyasi bir hedefin tezahürü. “Dikey değil
yatay büyüyeceğiz” diyenler aslında İstanbul başta olmak üzere
birçok kenti adeta yok ederek onlara farklı bir kimlik büründürmeye
çalışıyor. Her yere bilinçli olarak AVM dikiliyor. Kentlerdeki tüm
yeşil alanlar AVM ve rezidanslarla kaplandı. Gezi’de de sadece
basit bir AVM yapmak değil, cumhuriyetle hesaplaşmak istiyorlardı.
Zeytin de Gezi Parkı da, Ulus’ta yapılan camii de bir ihtiyaçtan
dolayı yapılmıyor. Bunlar, cumhuriyet rejimiyle hesaplaşmak için
yapılıyor.
AKP’nin bunda başarılı da olduğu söylenemez
mi?
Öyle gözüküyor. AKP maalesef geriye dönüşte başarılı oldu. Bunda
bizim de sorumluluğumuz var. Ama sorumluluğu olan başka kesimler de
var.
Kimler mesela?
Aydın, liberal dediğimiz insanların da sorumluluğu var. 2000’li
yıllarda “bunların gizli ajandası var” diyen sarı saçlı laikçi
teyzelerle dalga geçiyorlardı ama o teyzeler haklı çıktı. AKP’nin
dünyada meşrulaşmasını sağlayan kendi siyasi kadrosu değildi.
AKP’ye, Gezi’ye kadar güven besleyen, onun askeri vesayete karşı
demokrasi için mücadele ettiğini sanan bir kesim vardı. AKP’nin
yönetim kadrosunun siyasi anlayışı İhvan’dır. Mısır’daki İhvan
neyse, Türkiye’deki AKP de odur. Geçenlerde Tayyip Erdoğan, "14-15
yıldır iktidarız ama kültürel ve sosyal alanda iktidar olamadık"
dedi. Çünkü kendi siyasi anlayışı her türlü imkânı kullanmasına
rağmen bir entelektüel yaratamadı. Bunu şimdiye kadar liberallerle
kapatmaya çalıştılar. Keza Fethullahçılar da aslında AKP’nin
entelektüel yanıydı. Onların ABD’deki, Avrupa’daki lobisini bunlar
yapıyordu.
“Liberal aydınlar” denen grupla AKP şu anda taban tabana
zıt noktadalar. Karşılıklı olarak birbirlerinden vazgeçtiler
aslında. Peki şimdi CHP bu kesimlerle ilişkilerini geliştirmeye
çalışıyor mu?
AKP’nin bu kadar güçlenmesinde, baskıcı olmasında bu liberal
aydınların çok büyük payı olduğunu düşünüyorum. Gelinen noktayla
ilgili onların da günahları çok. Kendisi gibi düşünmeyen, hatta
yaşam tarzı uyuşmayan insanlar tarafından desteklenmesi, AKP’nin en
büyük başarısıydı. Tayyip Erdoğan’la demokrasiyi aynı karede
gösterme konusunda çok başarılı oldular. Oysa Erdoğan’ın
demokrasiye bakışını anlamak için çok fazla kitap okumuş olmak
gerekmiyordu. Mersin’deki çiftçiye “ananı da al git” dediğinde
Erdoğan’ın demokrasi anlayışı belli olmamış mıydı? Her şey belliydi
ama onlar hep Erdoğan’ı olumlu yönde görmek istediler.
Neden? Acaba CHP’de bir umut görmedikleri için o tarafa
meyletmiş olabilirler mi?
Sadece ondan mı, değil. Eskiden bu kesim için laiklik CHP’nin
kullandığı, alay edilesi bir kavramdı. Ama şimdi bunun hayati bir
mesele olduğunu onlar da anlamaya başladı. Beraber değiliz ama
onlar da CHP’nin çizgisine geldi. Bu kesimlerin CHP’nin izlediği
politikaları desteklediklerini düşünüyorum. Ayrıca bu konuda bir
parantez açmak istiyorum: Artık bu kesimlerle de helalleşmek lazım.
Kan davası yapmamak lazım.
Yetmez ama evetçilerle mi?
Evet, herkesle. Bir şey olunca hemen yetmez ama evetçileri
suçluyoruz. Doğrudur, suçlu mu bunlar, suçlu. 2010 referandumundan
Evet çıkmasının sebebi sadece AKP ve cemaat değil, yetmez ama
evetçiler. Geçtiğimiz günlerde Ali Nesin’in yaptığı açıklamada bunu
hâlâ savunması korkunç. Oysa 15 Temmuz’un en büyük eşiği 12 Eylül
2010 akşamı aşıldı. 15 Temmuz’da Meclis’e atılan bomba da,
tankların mazotu da 2010’da kondu. Silahlara kurşunlar 12 Eylül
2010 akşamı sürüldü. Dolayısıyla 2010 referandumunu savunmamak
lazım. Birileri görmedi ama belki de rejim değişikliği o günden
itibaren tasarlandı. Bugün laikliğin, cumhuriyetin, demokrasinin,
Meclis’in tartışılır olması o günkü sonuçla başladı. Fakat liberal
aydınlarla bu meseleyi kan davası yapmayacağız. 16 Nisan öncesinde
görüldü ki, onlar da demokrasiyi savunuyor. O halde artık bu
insanlarla helalleşmek lazım.
HAYIR OYLARI ÇALINMADI
.
Bugünlerin 12 Eylül 2010’da tasarlandığını
söylüyorsunuz. Bu, bir devlet aklının yürürlükte olduğu anlamına mı
geliyor?
Hayır, devlet aklı filan yok. Karşımızda belli hedefleri olan ve
bu hedefleri doğrultusunda hızla ilerleyen bir siyasi anlayış var.
Buna AKP’nin aklı demek daha doğru olur. Devlet diye bir şey de yok
artık. Devletin bütün kurumlarına, hücrelerine kadar belli bir
siyasi anlayış yerleşmiş durumda. 15 Temmuz’dan sonra bu süreç daha
da hızlandırıldı. AKP gibi düşünmeyen memurlar KHK’larla atılıyor.
Her yıl 80 bin kişi emekli olurken bu yıl 400-500 bin kişi emekli
olmak için sıraya girmiş. Bir taraftan da KPSS’yi kaldırıp yerine
mülakatı getirerek kendilerinden olmayan hiç kimseyi devlete
sokmamaya başladılar. Binanın girişindeki güvenlikçiden üst kattaki
yöneticiye kadar AKP’li olmayan kimse bırakılmıyor.
Devlette böylesi bir yapısal dönüşüm yaşanırken 16
Nisan’da da Hayırcılar, “oylarımızla sonuç değişmeyecek, bu gidişat
engellenemeyecek” hissine kapıldı. Siz 2019’a bu hissi dağıtmış
olarak girebileceğinizi düşünüyor musunuz?
16 Nisan’daki sonuç Gezi’den sonra Türkiye için çok büyük bir
umut oldu. Hayır başarılı oldu. 16 Nisan’da sandığa atılan Hayır
oyları çalınmadı, biz atılan her oya sahip çıktık. Ama HSYK
çalındı. Sandığa fazla Evet oyu atıldı. HDP’nin ve bizim
örgütümüzün olmadığı yerlerde sahte Evet oyları kullanıldı. Yine de
16 Nisan’da, herkes siyasi görüşünü arka cebine koydu ve
“demokrasi” dedi. Hayır diyen herkesin de umudunu koruduğunu ve bu
umudun artacağını düşünüyoruz. Şu anda referandum yapılsa, geçmesi
mümkün değil. 2019’u bir seçim gibi değil de referandum gibi
yapabilirsek, başarırız.
Aralarında uzlaşmaz farklar olan örneğin milliyetçi
Hayırcılarla Kürt Hayırcıların ortak adayda buluşması mümkün
mü?
Bence mümkün. Bir taraftan tek aday çıkıp “tüm yetkileri
kendimde toplayacağım, bakanı da memuru da, milletvekilini de ben
atayacağım, savaşa girme kararını ben vereceğim” diyecek. Öbür
taraftan da Hayırcıların çıkaracağı aday “Bu yetkilerin hiçbirini
kullanmayacağım, ülkeyi bir yıl içinde tekrar referanduma
götüreceğim, anayasa değişikliği yaparak parlamenter demokrasiyi
güçlendireceğim” diyerek oy isteyecek.
İşte o adayda ortaklaşılabilecek mi?
Henüz erken ama uzlaşılabileceğini düşünüyorum. Herkesi temsil
edebilecek bir yapı kurulabilir.
Mısır’ın İhvan’ı neyse, Türkiye’nin AKP’si de odur
dediniz. Geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı
“rabiayı”, İhvancılığı bırakmaya çağırdı. Bu çağrının sebebi
neydi?
Rabia işareti AKP’nin tüzüğüne de girdi. Peki bu işaretin
çıktığı yer neresi, Mısır’ın İhvancıları… Kültürel, toplumsal,
siyasal, sosyolojik alanda yapmaya çalıştıkları da bu. İhvan, tüm
dünyada terör örgütü olarak görülürken, Rabia işareti yapamazsın,
yapmamalısın. Bu işaret onların işareti, bizim değil. AKP’nin icat
ettiği bir işaret değil. Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği
örneğin IŞİD’in bir işaretini, başka bir ülke yöneticileri
kullansa, zorumuza gitmez mi? Genel başkanımız onu söylemeye
çalışıyor ve bence çok da doğru söylüyor. Bakın, AKP bütün yerel
yönetimlerinde, bakanlıklarında, TBMM başkanlığında İhvan
düşüncesiyle hareket ediyor. Türkiye’de eskiden anmalar,
konferanslar yapılırdı yerel yönetimler tarafından. Ama artık
Anadolu’nun çıkarmış olduğu değerlerle ilgili bir konferans, panel
yapılmıyor.
Neyle ilgili konferanslar yapılıyor?
İsmini hiç duymadığımız insanlarla veya Kudüs’le ilgili
konferanslar yapılıyor. İstanbul’dan Malatya’ya kadar, her tarafta
aynı şeyler konuşuluyor. İhvan değerleri Türkiye’ye yerleştirilmeye
çalışılıyor. Bu konuda en fazla duyarlı olması gereken
milliyetçilerden de itiraz gelmiyor. İzliyor herkes. Bakın, 23
Nisan’da Meclis Başkanı açılış konuşmasında Atatürk ismini ısrarla
anmadı. Ardından, sistemli bir şekilde Atatürk’le ilgili karalama
kampanyası başlatıldı. Selanikli olduğu için Yunan çocuğu dediler,
ağza alınmayacak hakaretlerde bulundular. Mustafa Armağan’ların
filan Atatürk’e hakaret ettikleri program tesadüf değil. Bu, o
siyasi anlayışın devamı işte. Atatürk kirletilmeye çalışılıyor.
Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, tüm dünyada kurucu liderlere
küfredilmez. ABD’de kimse Washington’a küfretmez. Bizim ülkemizde
Atatürk’ün annesinin genelev kadını olduğunu söyleyecek kadar
aşağılık hakaretler yapıldı. Bu da İhvan kültürünün bir devamıdır.
Atatürk, var olan İslamı sanki yok etmeye çalışmış gibi
gösteriliyor.
Seksen yıl boyunca topluma zerk edilen Kemalist
ideolojiyi bir iktidar nasıl bu kadar kısa sürede etkisizleştirdi
ve neden toplumdan ciddi bir tepki almadı?
Kurbağa hikâyesi var ya, bu öyle bir hikâye. Bu iktidar yola
çıkarken “laikliği, demokrasiyi yok edeceğim” deseydi, Cengiz
Çandar veya Hasan Cemal gibi isimler bunlara destek verir miydi
Daha önce CHP’ye hep “laiklik, Atatürkçülük konusunda çok
konuşmayın” derlerdi. Bizim partimizi bile kuşatmaya çalıştı bu
anlayış.
CHP şu anda da laiklik vurgusunu eskisi kadar
yapmıyor…
Yok, yapıyor. Referandum döneminde demokrasi, cumhuriyet,
laiklik vurgusunu çok yaptık. Bunlar bizi var eden değerler.
Bunların İhvan anlayışı sadece Atatürk’e düşman değil. Onun
getirmiş olduğu sisteme de düşmanlar. Bizi Ortadoğu coğrafyasında
İran’dan, Irak’tan, Suriye’den, Yemen’nden, Suudi Arabistan’dan
farklı kılan nedir, laikliğimiz. Atatürk’ü bırakın, Tanzimat
Fermanı’na kadar götürüyorlar hesaplaşmayı. “Hafızamız yok edildi”
diyor ve yeni bir tarih yazmaya çalışıyorlar. Türkiye’de sağcısı da
solcusu da, milletvekili de bence, tarihi okuyarak değil,
dinleyerek öğreniyor. Kimden dinliyor? Televizyon ekranından. O
ekranda en çok kim konuşuyor, Tayyip Erdoğan. 28 Şubat’ta doğan
çocuklar şimdi oy kullanıyor. Toplumun önemli bir kesimi 12 Eylül
darbesini CHP’nin yaptığını sanıyor. Tüm medya imkânları onların
elinde. İnsanlar, Erdoğan’ı eleştiren bir tweet’i bile beğenemiyor.
Böyle bir sistemle, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler siyasi anlayışına
göre yeni bir tarih yazılıyor…
KHK MAĞDURİYETİNİ DÜNYAYA BİRKAÇ İNSAN
DUYURDU
.
AKP gibi düşünmeyen memurların KHK’yla işlerinden
atıldığını söylediniz. Bunlardan ikisi de Semih Özakça ve Nuriye
Gülmen. Gözaltına alındıklarında “serbest bırakılmazlarsa süresiz
oturma eylemi yapacağız” dediniz. Bu eylemi neyi
yapmadınız?
150 bin insan işten atıldı, milyonlarca mağdur var. Birkaç tane
insan, Nuriye Gülmen, Semih Özakça, Veli Saçılık, Acun Karadağ,
Mehmet Dersulu, Esra Özakça, bu mağduriyeti tüm dünyaya duyurdular.
Ekmeği elinden alınan insanlar korku içinde sinmişken, bu insanlar
bunu dünyaya duyurdu. Bu yaptıkları eylem son derece saygındır,
önce bunu belirteyim. Biz açlık grevini CHP olarak doğru
bulmuyoruz. Bunu onlara da ifade ettik. Gülmen ve Özakça hukuksuz
bir biçimde gözaltına alınıp tutuklandı. O gün Yüksel Caddesi’ndeki
İnsan Hakları Anıtı önünde dört kişi oturma eylemi yapıyordu. Polis
onları da gözaltına alınca biz tepki olarak oturma eylemi
başlattık. Olumlu sonuç almazsak, sürdüreceğimizi de söyledik.
Polis önce anıtı ve etrafımızı, sonra da tüm sokağı kuşattı. Sonra
da oraya çıkan tüm caddeleri gözaltına aldı! Oradaki esnaf, Gülmen
ve Özakça’ya sempatiyle bakıyor. Polis sokakları kapatınca, bir
hafta boyunca onlar da mağdur oldu. Bunun üzerine eylemi
Güvenpark’ta sürdürdük. Maksadın da hasıl olduğunu düşündük.
Ardından da Gülmen ve Özakça’yı cezaevinde ziyaret ettik. Bu iş
dünyaya duyuruldu ve artık bunun başka zeminlerde çözülebileceğine
inanıyoruz.
Ne tür zeminler?
Hükümeti sıkıştırarak… Bu iş, orada oturma eylemi yapılarak
çözülmeyecek gibi gözüküyor.
Orada oturma eylemine devam etseydiniz, ciddi bir
kamuoyu desteği olmaz mıydı?
Biz orada otururken arkamızda 3 bin, 5 bin insan oturmuyordu ki.
Keşke öyle olsaydı.
Niye o kadar insanı toplayamadınız?
Biz bir çağrı yaptık. “Sadece Semih’le Nuriye değil, mağdur olan
herkesi bu eyleme destek vermeye çağırıyoruz” dedik. Bu sadece dört
tane CHP milletvekili ve 5-6 tane mağdurun meselesi değil ki.
Ama CHP milletvekilleri olarak bir çağrı yapıyorsunuz ve
destek alamıyorsunuz. Bu tuhaf değil mi?
Bu işin CHP’den çıkarak kitleselleşmesi lazımdı. Maalesef çok
ciddi bir korku hakim. Kimin hangi KHK’yla kime ne yapacağı belli
değil. Ömrü demokrasi mücadelesiyle geçmiş olan İbrahim Kaboğlu
meslekten atılıyor, pasaportuna el konuyor, mal varlığına tedbir
konuyor… Türkiye’de bunun bir karşılığının olması lazım, değil mi?
Peki ne oldu? Kimse sokak eylemi yapmadı. Akşam sokakta saz çalmak
yasak Türkiye’de! Polis devleti, bu ülkede kitlesel tepkilerin
olmamasının sebeplerinden biri. Elbette halk sosyal medyadan veya
sandıktan tepki vererek deşarj oluyor.
HAPİSHANELERDE 12 EYLÜL’DE OLMAYAN MUAMELELER
VAR
Dolayısıyla baskı politikasının sonuç alıcı olduğu
söylenebilir mi?
16 Nisan’da gördük ki, her türlü baskıya rağmen bazı şeyler
olabiliyor.
Siz CHP’nin Cezaevi Komisyonu başkanısınız ve mesainizin
bir bölümü hapishanelerde geçiyor. İçeride durum
nedir?
OHAL’le birlikte Türkiye genelinde hukuk nasıl ki askıya alındı,
cezaevlerinde de her türlü hak askıya alındı. Kitap okuyamıyor,
mektup yazamıyor, elinize kalem alamıyorsunuz.
Bu sadece siyasi mahpuslara yönelik bir baskı
mı?
Ağırlıklı olarak öyle. Özellikle FETÖ’den tutuklananlara iki kat
uygulanıyor bu baskılar. Örneğin onlara haftada sadece bir kez, bir
saatliğine avukatla görüşme hakkı veriliyor. İnfaz koruma memurları
yanlarında bekliyor ve kamerayla görüntü alıyorlar. Spor, kitap
okuma, etkinlik hakkı zaten hikâye oldu. Tecrit birkaç kaç
artırılmış durumda. 2000’li yıllardaki ölüm oruçları sonucunda elde
edilmiş hakların hiçbiri, hiçbir siyasi mahkuma
kullandırılmıyor.
Fiziksel olarak işkence var mı?
Fiziksel olarak belki direkt işkence yok ama bu tür tecrit
uygulamaları da işkencedir. Kırk kitap yazmış adama, kendi kitabını
okuma izni bile vermiyorlar. Açık-kapalı görüş, telefon hakkı
tamamen sınırlandırılmış durumda. 12 Eylül’de olmayan muameleler şu
anda yaygın biçimde uygulanıyor.
Tecritten mi söz ediyorsunuz?
Hem tecrit hem de mesela bir çok cezaevinde insanlar üst üste
yatıyor. Tuvalet kenarında yatanlar, nöbetleşe uyuyup nöbetleşe
nefes alanlar var.
Nerelerde mesela?
Özellikle T Tipi, E Tipi ve açık cezaevlerinde bu çok yaygın.
Ayrıca F Tipi gibi yüksek güvenlikli cezaevlerindeki üç kişilik
yerlerde altı kişi yatırmaya başladılar. Havalandırmaların üstü
normalde açıkken, şimdi onları bile kapatıyorlar. 12 Eylül’deki
koşullar şimdikinden daha iyi gibi gözüküyor. Belki bir Diyarbakır
Cezaevi yok ama her yerde acayip bir baskı var. Ziyaretçi
milletvekillerine karşı da acayip bir baskı var. Örneğin biz
cezaevi komisyonu olarak bir mahpusla dört komisyon üyesi beraber
görüşebiliyorduk. Şimdi “hayır, tek tek görüşeceksiniz” diyorlar.
Eskisi kadar izin de alamıyoruz.
GÜLMEN VE ÖZAKÇA’YA BİR ŞEY OLURSA TÜRKİYE
KALDIRAMAZ
Gülmen ve Özakça’yla en son ne zaman
görüştünüz?
Geçen hafta görüştük. Semih, Nuriye’ye göre daha kötü
durumdaydı. Son bir haftadır daha da kötüleştiklerini
biliyoruz.
Bu konuda yeni bir girişimde bulunmayı düşünüyor
musunuz?
Şu an her türlü girişimi yapıyoruz.
Hükümetten herhangi bir yanıt var mı?
Yok ama uğraşıyoruz. Hükümet bu konuda sağduyulu, vicdanlı
hareket etmelidir. Hükümet bu insanları terör örgütü üyesi olmakla
suçluyor. Devlet memuru yapmışsın, öğretmen, öğretim üyesi
yapmışsın, çalıştırmışsın. Peki ne zaman terör örgütü üyesi oldu
bunlar? Haklarını istedikleri zaman. Hükümet de bunların terör
örgütü üyesi olmadıklarını biliyor. Ama maalesef bir inada bindirdi
bu meseleyi. Bu inattan vazgeçilmelidir. Bu iki insana Allah
korusun bir şey olursa, Türkiye bu ayıbı kaldıramaz.
Sizce hükümet bu konuda bir adım atacak mı?
Şu anda gözükmüyor ama biz genel başkan seviyesinde bunu
zorlayacağız. Belki basına çok yansıtmıyoruz ama oturma eyleminden
çok daha önemli işler yapıyoruz bu konuda.
TUTUKLU HDP’LİLERLE GENEL ŞEYLERİ
TARTIŞIYORUZ
.
Siz HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı hiç ziyaret ettiniz
mi?
Görüştük. Milletvekiline yakışmayan bir uygulamaya maruz
kalıyorlar. Örneğin İdris Baluken, hastaneden zorla taburcu
edilerek hapse kondu. Ayağı ameliyatlı, ihtiyaçlarını gideremiyor.
Ve bu insanlara bile kitap sınırı getiriliyor. Uğradıkları
muameleyle gündeme gelmek istemiyorlar ama onlara da aynı muamele
yapılıyor. Normalde tedavi edilmesi gereken İdris Baluken,
kelepçeyle, insanlıkla bağdaşmayan bir metrekarelik ringlere
bindirilerek götürülmek istendiği için tedaviyi kabul etmiyor.
Hiç siyasi tartışmalar yaptınız mı?
Genel şeyleri tartışıyoruz.
Otoriterleşmenin bir yolu olarak Kürt sorununun çözüm
yolu kapatıldı ve sorun derinleştirildi. Fakat neredeyse kimse bu
sorunun çözümü konusunda aktif bir faaliyet yürütmüyor. CHP bu
konuda bir adım atmayı düşünüyor mu? Parti içinde bunu tartışıyor
musunuz?
Çok sık tartışıyoruz. Fakat silahların konuştuğu yerde
siyasetçiler konuşamıyor.
Tam da silahlar konuştuğu için siyasetçilerin daha
yüksek sesle konuşması gerekmez mi?
Belki öyledir ama maalesef çok konuşulmuyor. 16 Nisan’dan sonra
yaptığımız MYK’larda bölgede daha etkin olma kararı aldık. Örneğin
orada bundan sonra fiilen milletvekili tutacağız. Orada duracak,
çalışacak, kentin normal ve siyasi sorunlarını raporlayıp
Türkiye’nin gündemine taşıyacak milletvekili arkadaşlar
bulunduracağız. Biz de çok sık gidiyor ve oradaki ihlallerle ilgili
raporlama yapıyoruz. CHP’nin geçmişteki raporları, kanun teklifleri
belli. Bunları geliştireceğiz, bölgeyle ilişkilerimizi sıcak
tutmaya çalışacağız. Bunu da seçim dönemleriyle sınırlı
tutmayacağız. Aslında referandum sonucu da bizi, Kürt sorununun
çözümü konusunda çok umutlandırdı. Her kesimden insanın, her türlü
baskıya rağmen birlikte olması önemli. Tarafların karşılıklı
hataları oldu. Umarız artık Türkiye’de kan akmaz ve biz de bunun
için üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz.
PARTİ İÇİ TARTIŞMALAR HAYIR’IN MORALİNİ
BOZUYOR
Kılıçdaroğlu’nun 16 Nisan akşamı takındığı tutuma karşı
CHP içinde yükselen bir tepki vardı. İş, olağanüstü kurultay
tartışmalarına kadar vardı. Halen parti içinde bu tartışma
üzerinden bir ayrışma yaşanıyor mu?
Aslında o zaman da çok büyük bir tartışma yoktu biraz abartıldı.
Bizim partimizde insanlar fikirlerini söylerler. Fakat bu sanki bir
kavga varmış gibi gösterildi.
Ama Fikri Sağlar’ın disipline verilmesi…
Fikri Sağlar, Akşam gazetesine bir röportaj veriyor ve parti
disiplinine aykırı ifadelerde bulunuyor. E parti disiplini,
yönetmeliği diye bir şey var… Ayrıca herkesin kabul ettiği bir şey
var ki, Kemal Kılıçdaroğlu referandum sürecini çok iyi yönetti.
Sorumluluk sahibi milletvekillerinin önümüzdeki dönemde de sadece
CHP’nin çıkarı ve geleceği için değil, ülkenin geleceği için
dikkatli davranması gerekiyor. Hayır’ı azaltacak, moral ve
motivasyonu bozacak davranışlardan kaçınmamız gerekiyor. Parti içi
tartışmalar Hayır’ın moralini bozuyor.
Biz referandumda “herkesin Hayır’ı kendine” diyorduk. Biz sosyal
demokrat bir partiyiz ve ilkelerimiz de bu çerçevededir. Kurucumuz
ve siyasi rehberimiz Mustafa Kemal Atatürk. Rüzgara göre yön
değiştiren bir parti değiliz. İlkelerimiz neyi gerektiriyorsa, onu
yapacağız.