Venedik Bienali Türkiye pavyonu, 16 ülkeden 122 mimarlık öğrencisini bir araya getirdiği Vardiya projesiyle genç mimarlara etkileyici bir katkı sunuyor. Küratör Kerem Piker projeyi “Burası birbirimizden öğreneceğimiz bir öğrenme alanı” diye tanımlıyor.
Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye pavyonu bienalin kendisini sorguluyor. Hem de bu işi kendini ispat etmiş, tecrübeli mimar ve entelektüeller aracılığıyla değil dünyanın dört bir yanından davet edilen mimarlık öğrencileriyle yapıyor. Dolayısıyla bir ulusal pavyondan beklenen o ilk şeyi, yani kendi ülkesinin birikimini ortaya dökmeyi bir yana koyup, imkanını gençlerle paylaşan özverili ve yaratıcılığın önünü açan bir proje olarak öne çıkıyor.
Mimar Kerem Piker’in küratörlüğünde gerçekleşen projenin adı Vardiya. Piker, farklı dönemlerde yolunun kesiştiği, şimdi hepsi de iyi birer kariyer sürmekte olan genç mimar arkadaşlarından bir ekip kurmuş. Yardımcı küratörler Cansu Cürgen, Yelta Köm Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev ve Erdem Tüzün çeşitli atölyelerin yöneticiliğini üstleniyorlar. Dört yüz elli başvuru içinden 122 öğrenci seçmişler. Öğrenciler birer hafta sürecek atölyelerde bir araya gelecek ve ‘Bienal ne için var?’, ‘Bienal ne işe yarar?’ ‘Bienal kimin için var?’ sorularına yanıt arayacaklar. ‘Hazine avı’, ‘B tipi korku filmi’, ‘eleştirel medya olarak mimarlık’, ‘Venedik’i yeniden çizmek’ gibi başlıklar altında her grup Venedik’te bir hafta geçirecek. Ortaya çıkarttıkları çizim, video, metin gibi farklı medyalardan belgeler ise, Türkiye pavyonunda her atölye için hazır bekleyen ‘hücrelerde’ sergilenecek. Hücre deyince kapalı küçük odacıklar gelebilir akla. Hayır, bunun için de yelken bezinden tasarlanmış, havada asılı bir form geliştirilmiş. Yelken bezinin kıvrımlı yüzeyleri gün geçtikçe canlanacak, Vardiya projesi ancak Venedik Mimarlık Bienali bittiğinde tamamlanmış olacak.
Türkiye Pavyonu bu bienalde mimar adaylarını bir araya getirip onların bienal ortamından yararlanmalarını üstelik üretime katkıda bulunup buranın bir parçası olmalarını hedefliyor. Yani sadece kendine değil dünya mimarlığına hizmet ediyor. Gençlere yatırım yapan, onlara bir alan açan ve böylece kendi sorusuna yanıt veren, Bienal’i öğrencilerin kendilerini geliştirip ilham aldıkları ve verdikleri bir yere dönüştürerek işlevlendiren bir proje Vardiya. İçerdiği bu iyi fikirle, zorlu organizasyonu ve ortaya attığı meseleyle başa çıkabildiğini ortaya koymasıyla Venedik Bienali’nin kayda değer işlerinden biri.
26 Mayıs’ta açılan ve 25 Kasım’a kadar sürecek Vardiya İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) koordinasyonunda, Schüco Türkiye ve Vitra eş sponsorluğunda gerçekleşiyor. İKSV’nin davetiyle katıldığımız açılış sürecinde Kerem Piker ile de kısa bir söyleşi yaptık. Piker, Türkiye’deki mimarlık ortamının içine kapalı halinden çıkıp özgüvenle dünya mimarlığının bir parçası olduğunu fark etmesi gerektiğini düşünüyor.
'İÇİMİZE BİRAZ FAZLA KAPANDIK'
Bienal ne işe yarar sorusundan yola çıkıyorsunuz; Bienal öğrenciler, mesleği icra eden mimarlar, star mimarlar ve hatta izleyiciler için farklı farklı işlere yarıyor olabilir mi?
Muhakkak öyle. Hatta sadece farklı pozisyondakiler için değil. Farklı öğrenciler için de farklı işlere yarıyor. Ama zaten bunun cevabını vermek değil de bunun cevabını aramak önemli. Bu soruyu yeniden yeniden sormak gerekiyor. Yoksa git gide Bienal kendi içine kapanmaya başlıyor ve paylaşılabilir olmaktan ziyade bir kesimin ulaşabildiği ve kendi aralarında yürüttüğü bir tartışma, bir etkinlik olarak kaldığında da artık etkisini yitiriyor. Çünkü bir konunun sadece izleyicisi olmak, katılımcısı olamamak aslında o konunun gelişimine katkı sunmayı imkansız kılıyor.
Siz de bu nedenle Vardiya adlı bu projeyle öğrencileri Bienal’in parçası kılmış oldunuz…
Bunu amaçlıyoruz. Çünkü dünyada bir mimarlık kültürü var ama aslında bu homojen bir kültür değil. Farklı aktörlerin ürettiği, sürekli yeniden ürettiği bir düşünce. Ancak bunu ortaya koymak için bir takım buluşma platformlarına ihtiyacımız var. Bunu kendi başımıza beceremeyiz. Bunun için bizim masaya oturup olabildiğince farklı görüşleri dinlemeye ve o görüşlerle birlikte kendi görüşlerimizi şekillendirmeye ihtiyacımız var. Aslında Bienal benim için bu işe yarıyor.
Dünyanın her yerinden seçilen mimarlık öğrencileri Türkiye pavyonunda misafir edilecekler Bienal süresince. Yani Türkiye’ye ayrılan bu yeri küresel çapta katılıma açıyorsunuz, bu çok da güzel bir şey.
Evet, çünkü mimarlık düşüncesini bölgeyle sınırlayamazsınız aslında. Zaten düşüncenin sınırları yok. Kültürlerin birbirinden öğreneceği şeyler çok kıymetli. Dolayısıyla biz dünya mimarlık kültürün bir parçasıyız. Bunun için farklılıklarımızı dile getirmekten çok bu kültürün içinde nasıl var olabileceğimizi düşünmeliyiz. Burası aslında birbirimizden öğrenebileceğimiz bir öğrenme alanı.
Atölye başlıklarını nasıl belirlediniz, birkaç örnekle anlatır mısınız?
Atölyeler çok çeşitli bizim atölyeleri belirlerken amacımız şuydu: tek bir konuyu ele almak yerine bugün mimarlık dünyasında aktif olarak tartışılan pek çok alanın bu sergi içinde kendine yer bulmasını istedik. Dolayısıyla burada aslında atölyelerin başlıkları ve içerdikleri konuların mimariyle ilişkileri diye iki şeyi konuşabiliriz. Sözgelimi, ‘B tipi filmler’ atölyesi aslında film yapmak üstüne değil. Ya da Venedik üstüne yapacağımız atölyenin hedefi sadece buraya özgü zanaatları araştırmak değil zanaat düşüncesi üzerinden mimarlığın nasıl üretildiğini anlamaya çalışmak. Sadece bunlarla da sınırlı değil. Mesela bir atölye ETA Üniversitesi’nden bir grupla birlikte yapılacak bu atölyede geleceğin üretim biçimlerinden biri olan bir robotun küçük bir prototipiyle aslında robotlarla yapılacak üretimin yöntemleri aslında öğrencilerle paylaşılacak.
Siz ilk defa ne zaman gelmiştiniz mimarlık bienaline, üstünüzde nasıl bir etki bırakmıştı? Ve dolayısıyla bunun genç mimar adaylarına nasıl bir etkisi, katkısı olacağını söyleyebiliriz…
Ben epeyce geç diyebileceğim bir zamanda, 2010’da geldim. Otuzlu yaşlarımdaydım ve buradaki serginin içeriği kadar, buradaki ortamdan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Hem ülkelerin, özellikle Giardini’de bundan yıllar önce üretmiş oldukları ve her biri önemli birer mimarlık iddiası taşıyan ülke pavyonları hem o pavyonların içerisinde sadece bu sergi için üretilmiş olan işler hem de o işleri aslında ortaya koyan mimarların oradaki tesadüfi varlığı beni çok etkilemişti. Yemek kuyruğunda hiç tanımadığınız bir mimarla, aslında dünyanın bambaşka yerinden gelmiş bir mimarla iki dakika da olsa konuşup orada gördüğünüz bir iş üstünden tekrar mimarlık üstüne düşünme imkanı buluyordunuz ve bu beni çok etkilemişti. Bu imkanın olabildiğince genişlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’nin yükselen mimarlarından birisiniz. Türkiye’deki mimarlık ortamını nasıl buluyorsunuz, temel bir sorun üstünden bunu anlatacak olsanız ne söylersiniz?
Bienal üstünden konuşursak şunu söyleyebilirim. Aslında biz içimize biraz fazla kapandık; bunu aşmamız, daha fazla uluslararası ilişkiler kurmamız gerekiyor. Çünkü bizim ürettiğimiz her şey aslında hem gezegenin bir parçası hem dünya mimarlık kültürünün bir parçası. İnşa edilmiş olan her şey aslında bu gezegene inşa ediliyor, mimarlık kültürüyle ilgili olarak da yaptığınız her şey aslında bu dünyadaki mimarlık kültürüne ekleniyor. Yani ondan bağımsız değiliz, onun bir parçasıyız. Buna karşı bizim ulusal sınırların ötesine geçen ilişkiler de kurmamız gerekiyor. Bu eleştiriyi en başında ben kendime söylüyorum. Benim için Venedik Bienali’nin önemli bir anlamı da bu.
Türkiye’de üretilen mimarlık dünya mimarlığı ile rekabet edecek durumda değil anlamını mı çıkartmalıyım bu söylediklerinizden?
Hayır, tam tersi. Bizim de mimarlık kültürünün iyi bir parçası olduğumuzu ve bunun içinde özgüvenle bir yer bulabileceğimizi düşünüyorum. Tabii mimarlık üretiminden bahsediyorum. Biliyorsunuz aslında mimarlığın konusu olmasına karşın mimarlar tarafından üretilmeyen pek çok yapı bizim şu anda yaşadığımız şehirlerin fiziksel çevresini oluşturuyor. Bu ciddi bir sorun tabii ki. Ama bu da mimarlığın dışında başka problemlerle de destekleniyor.
Türkiye’de son yıllarda büyük inşaat patlaması yaşanıyor, ekonominin lokomotifi bu sektör. Bunu aslında mimarlar bakımından bir büyük fırsat olarak da görebiliriz, o kadar çok büyük projenin yaygın olarak gerçekleştiği bir ortam. Gerçekten ekonomi mimarlığa böyle bir fırsat sunuyor mu Türkiye’de ve mimarlar bundan yararlanıyor mu?
Mimarların nitelikli üretimi aslında o büyük üretimin içinde küçük bir yer tutuyorlar. Ama o küçük şeylerin etkisini elbette yadsımıyorum. Ama büyük resmin içerisinde pek çok kez kaybolup gidiyor. Daha önemlisi mimarların kamusal alanda üretme olanakları son derece sınırlı, yani ağırlıklı olarak nitelikli mimarlık ürünleri özel sektörün girişimleriyle ancak belirli konularda gelişiyor. Bu, kent için bir kayıp.