Ben burada Fransa’da her seçmenin yalnızca ikisinin sandığa gittiği yerel seçimlerde Yeşiller’in tarihi zaferini ve o bağlamda eşanlı gerçekleşen Macron-Merkel ortak basın toplantısının bir bakıma AB’de “demokrasi krizine” işaret ettiğine ilişkin “rafine” bir dış politika yazısı paylaşmayı istemiştim bugün. Ancak bu satırların yazıldığı Salı günü, hem İstanbul Barosu’nun mimarlık açısından Orwell’in ruhuna bir anıt niteliğindeki Çağlayan Adliyesi önündeki kitlesel eylemi yaşanmış, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydan okurcasına açıkladığı üzere aynı gün hukuk değil yasa devletinin de tabutuna son çivi niteliğindeki çoklu baro garabeti tasarısı TBMM’ye getirilmiş olacak. Dolayısıyla yine seçkinlik ile insanlık, bilgi ile ahlâk, tebalık ile eşit anayasal yurttaşlık, cumhuriyet ile diktatörlük arasında kaldık.
Deneyelim yine de. Bizde durum Ali Topuz’un dağarcığımıza kazandırdığı zihin açıcı “anti-hukuk” ile bir tür “yok-siyaset” arasında boşlukta asılı. O boşluk bizlerin ömür törpüsü. Bedelini de, Sayın Kılıçdaroğlu kusura bakmasın, CHP değil başta Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve onlar gibi Türkler Kürtler arasında köprü olmak isteyenler, HDP’liler, barış diyenler, genel anlamda Kürtler ödedi, ödüyor. Katılım çarpıcı biçimde düşük olsa da Fransa’da Yeşiller’in çarpıcı belediye seçimleri zaferi, ikinci turda yenilmesi halen aritmetik bir olasılık olsa da Polonya’da ultra-muhafazakâr Duda’nın liberal Varşova Belediye Başkanı rakibi Trzaskowki’ye yüzde 11 fark atmasıyla buradaki bizim büyük demokrasi krizimiz arasında bir düşünsel ortaklık var mı?
Genel, “tek beden” denilebilecek bir küresel burulmanın varlığından söz etmek için henüz erken mi? Varsayım geçerliyse, sözkonusu zemberek nasıl boşalır? Türkiye açısından belki, çelişkili gibi görünse de, ancak Fransa Cumhurbaşkanı Macron gibi Türkiye’yi (Libya bağlamında) “sözde NATO üyesi olmakla” itham edebilme cüreti gösterebilenlerin kollarının diplomatik yoldan bükülerek, AB ile tam üyelik müzakereleri başlatıldığı takdirde belki. Buna karşılık, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olması mecazı da doğru olabilir. Zira “müzakere”, Erdoğan tipi yöneticiler için “ben bildiğimi okurum, sizden aldıklarımı da cebime korum” demek. Esasen AB üyeliği yönünde gür bir ses duymayalı da muhalefetten, en başta CHP, epey oldu.
Bugün, AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan, Avukatlık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'ni Meclis Başkanlığı'na sunduklarını açıkladı. Yine bugün İstanbul Barosu Başkanı Durakoğlu’nun çağrısına uyan binlerce avukat, polisin artık alışılageldik engellerini aşarak Çağlayan’ı doldurdu ve 4 Temmuz’da Ankara’da büyük savunma mitingi düzenleneceği açıklandı. Azmi Karaveli, bu sütunlarda altına imzamı rahatlıkla atacağım Pazartesi günkü yazısında, “Ankara’da falanca toplantıya katılmak yerine, bütün muhalefet milletvekillerinin başta Genel Başkanları olmak üzere, yarın Çağlayan’da, İstanbul Barosu tarafından düzenlenecek eyleme katılması gerekiyor” diyordu.
Baroların eylemlerinin siyasallaşmasını istemediği duyuruldu. CHP ise muhalefeti zaten ezelden beri “tuzağa düşmemek” olarak sloganlaştırdığı Dede Korkut hikâyesinde Boğaç Han yaklaşımı üzerine kurmuş durumda: Yıkılacak dama neden (boğuşur görünmek adına) destek vereyim?” Karaveli ise “muhalefetin bu ülkede sorun yaşanan her yerde olması artık elzem görünüyor” düşüncesinde. Bir yol “yok-siyaset” dediğim, diğeri siyasetin kendi. Oysa siyasetin kirli bir iş olduğuna inandıysanız, çamur sıçratmadan muhalefet olanaksız. Aynı doğrultuda, kurulduğu iddia edilen ittifaklar da, seçmenin gözünden kaçırılması gereken, gölgelerde bağlanan pazarlıklara dönüşüyor.
Yukarıdaki türden eleştirileri belirttiğimizde, bu defa aldığımız dudak büken yanıtlar “avukatlar istemedi” ve “CHP oraya gitse, bundan CHP ne kazanacak, avukatlar ne kazanacak?” oldu. Hatta CHP İl Başkanı Kaftancıoğlu’nun parti üyesi avukatlara Çağlayan mitingine katılım çağrısının dahi “sıkıntı yarattığı” konuşuldu. Sayın Kaftancıoğlu, ana muhalefet partisinin büyükşehir belediye seçimi yarışı galibi il başkanı. Sözlerinin, kimde ne sıkıntı yaratacağını zerre umursayacağını sanmam ve böyle olmasını dilerim. Umursamaması da yerinde olur. Siyaset herhalde liderlik olduğu denli yaratıcılık ve çokseslilik işi. Kaftancıoğlu böyle düşünmüş, önerisini dile getirmiş. Kutlarım. Bunun yanı sıra Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antakya’da farklı farklı eylemlerle avukatlara destek olunsa, “yapmayın, etmeyin, bizi yalnız bırakın” mı diyeceklerdi?
Dönelim yine Berlin yakınlarındaki Meseberg Şatosu’nun bahçesine. Macron ile Merkel yan yana medyanın sorularını yanıtlıyor. O sırada Fransa’da tüm büyük kentleri (Paris’te de Hidalgo seçimi Yeşiller’in desteğiyle aldı) Yeşiller’e veren bir yer sarsıntısı olduğu gibi, her beş seçmenden yalnızca ikisi sandığa gitmiş durumda. Demokrasinin bunalımda olduğu açık. Özgür toplum, kökten dönüşüm istiyor. Bizdeyse zaten demokrasinin bilemedin d’si kalmış yadigâr. Kılıçdaroğlu’nun sürekli yüceltegeldiği “devlet”, sözlerine değer verdiğim bir hocamın yerinde tanımıyla, çoklu organ yetmezliğinden muzdarip. CHP’nin muğlak “demokrasi getireceğiz” iddiası dışında, ortak gelecek tasarımı hakkında bilgimiz yok.
Meseberg Şatosu’ndan geçelim Venedik’teki San Giovanni Evangelista Büyük Okulu’nun ana salonuna. Venedik Komisyonu'nun Güneydoğu'dan seçilen belediye başkanlarının görevden alınması ve yerlerine kayyum atanmasıyla ilgili olarak hazırladığı rapor 18 Haziran günü yaptığı toplantıda kabul edildi. Rapor, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Kongresi'nin talebi üzerine hazırlanmıştı. AİHM Yargıcı Büyükelçi Rıza Türmen raporun kayyım uygulamasının hukuk devletinin tüm kurallarına aykırılığını tescil ettiğini ve iktidarın rapora uyup uymamasının, hukuk devleti ve demokrasi olup, olmamak arasındaki seçenek olduğunu vurguluyor.
CHP, ülkemize demokrasi getirecekse Venedik Komisyonu raporunu varını yoğunu ortaya koyarak gündemde tutmak çabasıyla işe başlayabilir örnekse. Ama dün Çağlayan meydanında demokrasi arayan başkan Durakoğlu’nun ABD Büyükelçiliği’ne sosyal medyadan “defolup gidin” çıkışı gibi, belki CHP de Venedik Komisyonu’nun emperyalizmin maşası ve gayrımilli olduğuna kani olabilir. Fransa’dan Varşova’ya, oradan Venedik’e ve İstanbul’a ve Ankara’ya bir yol vardır eğri büğrü. Şu perişan halimizde muhalefete teveccüh göstermeyip üst üste yığılan da bir kararsızlar topluluğu. “Siyasette bir gün dahi uzundur” denir ya bizde, CHP seçimi bekleyedursun durduğu yerde, günü geldiğinde dipten gelecek güçlü bir dalga, “2002 redux” gibi, sahnede kim var, kim yok elele gönderebilir yedek kulübesine.