Türkiye’de insan hakları bir şiddet üçgeni içinde kıstırılmıştır. Önceki dönemlerde, şiddet üçgeninin iki vektörünü kesiştiren bazı uygulamalara tanık olunmuştu. 80’lerde yaygınlık kazanan ihlal uygulamalarının temsil ettiği “doğrudan şiddet”, 90’larda farklı gruplar arasındaki eşitsiz ilişkilerden doğan “yapısal şiddet” vektörüyle kesişmişti. O yıllarda verilen hak mücadeleleri, maruz kaldığımız şiddetin farklı düzeylerinde ortaya çıkan toplumsal sonuçlarla yüzleşme arzusunu güçlendiren bir etmen oldu. Geçmişle yüzleşmenin önündeki kültürel engellerin, hak mücadelesi için önemli bir sorun alanı olarak görülmesi bu çerçevede olanaklı oldu. Barış literatüründe “kültürel şiddet” adı verilen bu sorun alanı, esasında ilk iki şiddet biçimini meşru kılan değerler sistemini anlatır. Haklara yönelik şiddet üçgenini bütünleyen son kenar çizgisi de böylelikle belirginlik kazanmış oldu.
Şiddet üçgeni, insan davranışlarına dayalı olan doğrudan şiddet, bunu mümkün kılan yapısal şiddet ve son olarak da böyle bir yapı ve davranış biçimini gerekli gösteren kültürel şiddetten oluşur. Doğrudan şiddetin “şimdi ve burada” yarattığı maddi hasardan farklı olarak, yapısal şiddet “süreğen ve yaygın” toplumsal hasarlar ortaya çıkarır. Bu hasarları yönlendiren uygulamalar asimilasyon ve baskı, inkar ve ayrımcılık, sömürü ve yoksulluk politikalarınca koşullandırılır. Ne var ki insanlık değerlerine hasar vermeden, bu değerleri yok saymadan bu uygulamaların yarattığı “kazanımları” meşrulaştırmak olanaklı olamaz. İşte kültürel şiddetin ihlal rejimi açısından ifa ettiği görev bu aşamada anlam kazanmıştır. İhlal uygulamalarının yarattığı değer erozyonunun bir örneğini Tansu Çiller’in şu sözlerinde görmüştük: “Bu millet uğruna, bu ülke uğruna, bu devlet uğruna kurşun atan da kurşun yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler. Bizim bu konuda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.”
Sistematik zorla kaybetme uygulamaları uluslararası hukukta insanlığa karşı işlenmiş bir suç sayılmaktadır. Oysa Türkiye’de en yetkili ağızlardan bu uygulamaların faillerine bir şeref payesi verilmişti. Böyle bir şiddetin, insanların bilinç ve duygu dünyasında derin yaralar açması muhakkaktır. Dünyanın gidişatı hakkındaki bilgimiz, işte bu yaraların tattırdığı acıyla dağlanmıştır. Yaşanan acı karşısındaki kayıtsızlığın temel düsturu, Türkiye’de devlet eylemini yönlendiren şu ilkede görülür: “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır.” Bu cümleyi, yerli ve milli türden bir nihilizmin kurucu ilkesi olarak okumak da mümkün. Çünkü nihilizm, tüm değerlerin değersizleşmesini anlatır. Türkiye’de nihilizm süreci yerli ve milli değerler adına, insanlık değerleri hakkında kuşku yayarak hayata geçirilir. Sanki bu ülkede yaşayanlar, öncelikle insan değilmiş ve bu değerlerden hiç pay almamış gibi, insanlık değerleri şeref ve şerefsizliği ayırt etmenin ölçütü olmaktan çıkarılır.
Kültürel nihilizmi besleyen şiddet, 2000’li yıllarda “cezasızlık kültürü” üzerine yürütülen tartışmalarda bilince çıkarıldı. Kültür politikası açısından insan hakları sorunu, cezasızlıkla mücadele, dolayısıyla geçmişle yüzleşme ihtiyacıyla belirlenir Esasında yüzleşme ihtiyacı, ortak yaşam kültürünü yönlendiren temel şiddet var oldukça, barış içinde bir arada yaşamanın koşullarının ortadan kalktığı bilincinden kaynaklanır. İşte AKP, 2002 yılında siyasi iktidarı devraldığında, insan hakları açısından genel siyasi manzara böyle bir görünüm arz ediyordu. Toplumda ortaya çıkan bu ihtiyaca yanıt vermenin siyasal avantajları kavrayan AKP, hızla bu yöndeki toplumsal talepleri dindar ve muhafazakâr kesimlerin siyasi jargonuna tercüme etti. Buna göre Türkiye’de modernleşme süreci devlet ile milletin arasını açmış, siyasal hayata vesayetçi ve güvenlikçi bir yaklaşımı hakim kılmıştı. Bu yüzden, yaşanan ağır insan hakları ihlallerini demokratikleşme başlığı altında ele almak gereksinimi ortaya çıkmıştı.
Türkiye’de ihlal rejiminin üçüncü evresini, AKP siyasetinin geliştirdiği bu demokratikleşme söylemi çerçevesinde kavramak mümkündür. Bir yandan “insan hakları çıtasının yükseltilmesi” gayesiyle atılmış kimi adımların, sonradan seçim gibi bazı konjonktürel gelişmelerin etkisiyle geri alındığına sık sık tanık olduk. Demokratikleşme serüveninin, bugün geniş toplumsal kesimlerin mutlak bir hak yoksunluğuna mahkum edilmesiyle sonuçlanması, demokrasi ile insan hakları arasında kurulan ilişkinin mantıksal sınırlılıklarından ileri gelir. Türkiye’de insan hakları idealleri, vesayet kurumlarının tasfiyesinde ve güvenlik odaklı yönetim anlayışının değiştirilmesinde bir araç olarak işe koşulmuştur. Gerçi insan hakları hareketi, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgili meselelerin çözümüne önemli katkılar yapmıştı. Lakin insan hakları sorunlarının demokrasi meselesine indirgenemeyeceğini, meselenin kapsam ve boyutlarının bunun çok ötesinde olduğunu vurgulamaktan da geri durmamıştı.
Sorunun derinlemesine anlaşılması için demokratikleşme söyleminin tılsımlı parametrelerine daha yakından bakmak gerekiyor. AKP’nin izlediği reform siyasetinin esasen iki hedefi vardı: Vesayetçilik ve güvenlikçilik. Buna göre, vesayetçilik askeri, idari ve yargısal bürokrasinin, seçilmiş yöneticiler üzerinde uyguladığı “denetim iktidarını” adlandırır. Bürokratik oligarşinin elindeki gücün milletin “seçimlerinin” aleyhine kullanılması devlet ile milletin arasını açar. O halde, güvenlikçi anlayışın özü, vesayet sisteminin yarattığı ayrıcalıkları koruma gayesinde yatar. Bireylerin hak talepleri, bürokratik ayrıcalıklarla bir arada var olamayacağından, insan hakları devlet açısından hep bir güvenlik riskiyle bir arada kodlanır. Dolayısıyla, insan hakları sorunları, dindar kesimin görüş açısından, vesayet sisteminin yarattığı türev meseleler olarak görülür. Vesayetçiliğe karşı “sivilleşme”, güvenlikçiliğe karşı “normalleşme” siyasetiyle toplumun demokratikleştirilmesinin öncelikli bir gündem maddesi olarak görülmesinin nedeni de budur.
Bu minvalde bir dizi referandum, ülkenin sivilleşmesinin ve normalleşmesinin önünü açmak üzere devreye sokuldu. Cumhurbaşkanlığı, HSYK, MGK gibi “vesayet kurumu” olarak değerlendirilen yapılar referandumlar aracılığıyla dönüştürüldü. Değişik demokratik açılım hamleleriyle görünüşte devlet ile toplum ilişkilerinin normalleştirilmesi yönünde bazı adımlar atıldı. Bu gelişmelere haklar ve özgürlükler açısından bakıldığında, gerek konjonktürel olarak ortaya çıkan çelişkiler gerek bugün vardığımız yer, bizleri demokrasi ile insan hakları arasındaki ilişki üzerine tekrar düşünmeye davet ediyor. Hakim perspektif, demokratikleşmeyi neden, insan haklarını sonuç olarak görmemizi buyuruyor. Oysa vesayetçliğin eleştirisi üzerinden yapılan reformların bugün vardığı noktada, siyasal tarihimizin en baskıcı ve en hak tanımaz olağanüstü hal uygulamalarından biriyle karşı karşıyayız. Bu çelişki bizim önceliklerin sırasını yeniden ele almamızı şart kılmaktadır.
Türkiye’de demokratikleşme çabaları son tahlilde milli iradenin gerçekten hakim kılınması amacına odaklanmıştır. Bu açıdan bakıldığında, demokratikleşmenin nihai amacı hâkimiyetin gerçek sahibi olan çoğunluğa devredilmesidir. Yani demokratikleştirme bizde özgürlük siyasetinin değil, egemenlik siyasetinin bir aracı olarak görülmüştür. Elbette bunun ideal bir demokrasi anlayışına dayanmadığını söyleyebiliriz. Vesayetçiliğin eleştirisi, önce bir tür çoğunlukçuluğa, oradan da bu çoğunlukla “organik” olarak ilişkili olduğuna inanılan bir liderin millettin vasisi olarak kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki, demokrasinin ideale en yakın gerçekleştiği toplumlarda bile yaygın insan hakları ihlalleriyle karşılaşmamız, daha derin bir sorunla karşı karşıya olduğumuz konusunda uyarıcı olmalıdır. Kendi güvenliği söz konusu olduğunda, işkence yasağını çiğnemeyen, yabancı düşmanlığı yapmayan veya ırkçı siyasetlere kaymayan bir demokratik devlet yok gibidir.
Demokrasi ile insan hakları arasındaki uyum, zorunlu bir nedensel bağa değil, bazı tarihsel ve konjonktürel etmenlere bağlıdır. Eğer illaki bir nedensel ilişki aranacaksa, bunun yönünün insan haklarından siyasal rejim biçimlerine doğru olması daha makuldür. Her siyasi rejimin temel tartışması egemenliğin sahibinin kim olacağı meselesinden kaynaklanır. Oysa insan hakları tartışması, egemenliğin kimde olacağı meselesine değil, egemenliğin sınırlarının ne olacağı meselesine çözüm bulmayı hedefler. Yani hak siyaseti, özgürlükleri güvenceye almak, şiddeti azaltmak için iktidarı sınırlandırma ihtiyacına cevap verir. Bu yüzden ideal ve iyi bir hükümet rejiminin temel ölçüsü haklara duyulan saygıyla belirlenir. Demokrasi, ideal formuna, de sadece her insanın hakkının gözetildiği bir durumda kavuşabilir. Tıpkı diğer siyasal rejimlerde olduğu gibi. Milli iradeci ve liderci anlayışın gözden kaçırdığı esas husus budur. Oy hakkı, insan haklarından sadece birisidir, hakların özünü oluşturmaz. Oy hakkının genel çerçevesi ve anlamı, insan haklarının bütünü tarafından belirlenir, tersi değil. Bu yüzden insan hakları oya sunulamaz veya çoğunluk kararına tabi kılınamaz. Mesela milli irade isterse azınlık inançlarını yasaklayamaz veya kadının insan haklarını kısıtlayamaz. Unutulmamalı ki insanlık değerleri, yerli ve milli değerlerden daha büyüktür.