Değerli okurlar, köşeyazarınız bu sefer memleket ve dünya siyaseti hakkında ahkâm kesmek yerine, acil bir girişim hakkında yazacak. İlgi toplaması umuduyla… Sözkonusu olan, uluslararası hak-adalet arayışı yollarından biri olarak giderek kurumlaşan “Vicdan Mahkemesi”nin bu defa Gazze başta, Filistinlilere yönelik İsrail suçları konusunda kurulması.
Ferhat Kentel ile Ömer Madra’nın kaleme aldığı “Vietnam’dan, Irak’a ve Filistin’e soykırımlar karşısında vicdanların sesi” başlıklı metin, İsrail’in suçlarını simgesel bir mahkeme kararıyla belgelemek ve Filistinlilere yapılan soykırımı önlemek üzere kamuoyu oluşturmak amacıyla yürütülen “Vicdan Mahkemesi” girişiminin çerçevesini çiziyor. Kentel ile Madra, tarih yazımının her zaman güç ilişkilerine dayandığına, dolayısıyla okunan tarihin de hep güçlülerin yazdığı tarih olduğuna işaret ederek söze giriyor ve bu yüzden o tarihin haliyle, onu yazanların yolaçtıkları felaketleri, özellikle “yerinden etmeleri, katliamları, soykırımları görünmez kıldığını” hatırlatıyorlar. Vicdan Mahkemesi çağrısına zemin oluşturan tesbitleri, “hâkim tarih yazımının sözetmediği zulüm ve felaketlerin ilelebet tarihten yok olmadığı” ve “direnen alternatif hikâyeler”in “iktidar anlatıları karşısında sürekli bir tehdit” oluşturduğu. “Vicdan Mahkemesi” şüphesiz bu hikâyelere yenisini eklemeyi hedefliyor.
Kentel ile Madra günümüzün egemenlerinin elindeki manipülasyon ve “inandırma” gücüne dikkat çekiyor, “Ancak” diyorlar: “her ne kadar eşitsiz bir dünyada yaşıyorsak da, dayatılan dil ya da inandırılan gerçeklik dışındaki alternatif gerçeklikler, zulme ‘zulümdür!’ diyenlerin sesi yok edilemiyor.”
Direnenlerin sesinin yok edilememesi için, bu uğurda, -hele şimdi, bugünün iletişim koşullarında, çok çeşitli alanlarda- çabalamak gerekiyor. Uluslararası hak-adalet arayışlarının öncülerinden Russel Mahkemesi, modern zamanda suç işleyen devletlerce, özellikle en ağır sabıkalı büyük devlet ABD tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da, bu arayışların sağlam adımlarla ilerleyebileceği bir yolun taşlarını döşemişti. Vicdan Mahkemesi’nin geniş çağrı metnini kaleme alan iki yazar, bu yolu hatırlatıyorlar:
“1967 yılında Stockholm ve Kopenhag’da yapılan, girişimi başlatan filozof ve matematikçi Bertrand Russell’a ithafen ‘Russell Mahkemesi’ olarak adlandırılan ‘Vicdan Mahkemesi’ ulusal ya da uluslararası resmi yargı organlarının meşruiyetinin ötesinde alternatif bir hukuksal meşruiyet alanı kurmayı başarmıştır. 18 ülkeden temsilcilerin yer aldığı, aralarında Onursal Başkan Bertrand Russell’in yanısıra, Fransa’dan Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, ABD’den James Baldwin, Türkiye’den Mehmet Ali Aybar gibi isimlerin yer aldığı 25 üyesiyle birlikte ‘Vicdan Mahkemesi’ gerçek bir mahkemenin yöntemlerini izleyerek, tanıkları dinleyerek, delilleri ortaya koyarak, ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmış ve bu suçları, güç karşısında eli kolu bağlı olan alternatif dünyaya duyurmayı başarmıştır.”
Metinde, Türkiye’yi, Ankara’yı yakından ilgilendiren bir duruma dikkat çekiliyor: Russel Mahkemesi, Vietnam için toplandığında, yalnız doğrudan saldırgan fail ABD’yi değil, ona dolaylı veya dolaysız yardım eden başka devletleri de suçlu ilan etmişti. Yani saldırganın hareketinin meşruiyetini savunmanın yanısıra, ona silah satmak, “saldırganın düşman ilân ettiği halk, çocuklarıyla ve geleceğiyle birlikte öldürülürken ve onlara hiçbir yardım yapılmazken, hatta bu yardımlar engellenirken”, saldırgan devletle ticareti sürdürmek de yapanı suça ortak kılıyordu.
Vicdan Mahkemesi’nin adıyla anıldığı Bertrand Russel, “yargıç değil tanık” olduklarını söylemişti. Kentel ile Madra, “Mahkemenin dünyaya yansıttığı vicdanlardan çıkan hukuk,” diyorlar, “güçlülerin siyasetiyle şekillenen hukuk karşısında o günden bugüne meşruiyet kazanmaya devam etti”. Böyle girişimlerle saldırganların hareketlerini doğrudan önlemek genellikle kolay değil, hattâ çoğu zaman mümkün değil. Ancak sözkonusu meşruiyet, hepimizin üzerinde dolaşan bir tür fiilî hukuk hayaleti, birçok müstakbel saldırganlığın önlenmesinde rol oynayabiliyor, en azından saldırganın hareket alanını kısıtlayabiliyor. (Ne yazık ki İsrail örneğinde, zulüm yelpazesi ne hukukî ne ahlâkî ne insanî herhangi bir ölçüyle kısıtlanabilen bir saldırganla karşı karşıyayız.)
2003-2005’te, son oturumu İstanbul’da yapılan “Irak Dünya Mahkemesi”ne de Russel Mahkemesi esin kaynağı olmuştu. ABD ile Britanya’nın Irak’a saldırısı karşısında kamuoyu yaratma gayretine ağırbaşlı bir destek sunmuştu. Kentel ile Madra, bu girişimin, “evrensel düzeyde itibarını kaybetmiş olan hükümetlerin ve şirket medyasının” hileli düzeni yerine, “gerçeğin ve adaletin kaynağı” olarak “sivil toplumun başrolü aldığı” bir uluslararası hukuk arayışı bakımından önemini hatırlatıyorlar. Girişim iki yıl boyunca aktif haldeydi ve Londra, Mumbai, Kopenhag, Brüksel, New York, Japonya, Stockholm, Güney Kore, Roma, Frankfurt, İspanya, Tunus ve Cenevre’dekilerin ardından İstanbul’daki son oturumla çalışmasını tamamlamıştı. Yazarlar, girişimi “neredeyse kusursuz bir üzüntü, öfke ve lanetleme senfonisi” olarak anıyorlar.
Ve günümüze geliyorlar. “Fransa’nın ve dünyanın en büyük saygı duyulan aydınlarından biri olan halen 102 yaşındaki ‘Hezarfen’ Yahudi filozof, sosyolog, antropolog, ekolojist ve II. Dünya savaşında ünlü Nazizme karşı direniş savaşçılarından Edgar Morin”in şu sözleriyle: “Yüzyıllar boyunca dini ya da ırksal sebeplerle zulme uğramış bir halkın soyundan gelenleri temsil edenlerin… bugün İsrail devletinin karar vericileri olan bu kişilerin bütün bir halkı kolonize etmeleri, onları kendi topraklarından kısmen kovmalarından ve hatta kendi topraklarından tamamen kovmaya kalkmalarından… Gazze halklarının sivillerini, kadınlarını ve çocuklarını ardı arkası gelmeyen bir şekilde vurmalarından büyük şaşkınlık ve öfke duyuyorum... Dünyanın sessizliği karşısında da… Dehşetengiz bir trajedinin ta içinden geçmekteyiz. Zincirlerinden boşanmakta olan bu şeyin karşısında her ne kadar güçsüz olsak da... Şunu diyorum ben: Tanıklık edelim! Tanıklığımızı sürdürelim. Çünkü, elle tutulur şekilde direnemediğimizde elimizde kalan tek şey tanıklıktır!... Zihinlerimizde direnelim. Aptal yerine konmayalım. Asla unutmayalım.”
Morin’in uyarısına uygun olarak, “olaylarla kafadan yüzleşme cesaretini” bulmaya çağrı, şimdi toplanacak Vicdan Mahkemesi. Tabiî esasında başka birilerini yüzleşme konusunda cesaretlendirmeye çağrı. İki yazarın metnin sonuna doğru belirttikleri üzre, devletlerin veya büyük kurumların adalet üretmesi bugünün şartlarında pek mümkün görünmüyor. O halde adalet talebinden vaz mı geçilecek?
Hayır. Her yol denenecek. Özellikle, İsrail’in yürüttüğü soykırım ve etnik temizlik harekâtının geniş bir uluslararası propaganda-manipülasyon kampanyasının eşliği olmaksızın başarıya ulaşamayacağı, hattâ şimdiden, muhtemel fiilî başarısını kalıcı kılamayacağı bir fikir ve duygu ortamının bütün yerkürede meydana geldiği gözönüne alınırsa, karşı hareket için, direnme için ille tank top tüfek gerekmediği ortada. Vicdan Mahkemesi, “reel siyaset karşısında vicdan inşası” için, “sözü ele geçirmenin” mazbut fakat etkili bir aracı haline gelebilir.
Filistin’e Özgürlük Platformu’nun düzenlediği Vicdan Mahkemesi, 23 Mart Cumartesi günü İstanbul/Taksim’deki Taxim Hill Otel’de 10.00-17.30 arasında toplanacak. Filistinli tanıklar, bölgeden gazeteciler, dünyanın çeşitli yerlerinden akademisyenler ve aktivistler, Güney Afrika’nın Lahey Uluslararası Adalet Divanı başvurusunu yapan hukukçular salonda bulunacak veya internet aracılığıyla çalışmaya katılacak. Çalışma gruplarının hazırladığı iddianameler sunulacak, tanıklar dinlenecek. Simgesel mahkeme kararı, 18.30’da Şişhane Katlı Otoparkı üstündeki alanda kamuoyuna duyurulacak.
(Vicdan Mahkemesi hakkında bilgi almak ve mahkeme çalışmalarına katılmak için buraya tıklayabilirsiniz.)