Vicdanın hafızası, hafızanın vicdanı!

Çünkü ölüm sadece ölüm olmakla kalmıyor; böyle ölümler bu ülkede umursamazlığın, unutuşun, görmezden gelişin, bazı hayatları değersiz görüşün, bunca büyük laf arasında çocukları, gençleri tüketişin de adı oluyor.

Umur Talu umurtalu479@gmail.com

“Çocukları 12 yaşında vuran, 13’ünde kuyuya atan, 14’ünde gazlayan, 15’inde meydanlarda yuhalatan, 16’sında okulundan alan… 19’unda sopalarla döven bir devlete de “baştan aşağı şefkat ve merhamet… tepeden tırnağa adalet… safi demokratik hukuk devleti’ demeyeceğiz herhalde!”

2014 Aralık ayındaki bir köşe yazımın içinden fırlayıp geldi bu paragraf.
O günkü Başbakan o sırada “Devlet şefkat ve merhametini yitirirse tiranlaşır, zorbalaşır” demiş, o da yazıda mevcut!

Emin olun, benim yazdığım doğru…
Kendisinin böyle söylediği de.

Fark şu:
Ben aynı şeyleri 2022 Ocak ayında da yazabilirim ki zaten yazmış oluyorum kendimden bu alıntıyla.
Çünkü insanın bir sözünün alıntı olması da var, kalıntı da!

Neden yeniden yeniden yazabilirim?
Birkaç gün önce, Şırnak Cizre’de, 24 yaşındaki Abdulgaffar Dayan, bir zırhlı aracın çarpmasından sonra hastanedeki mücadelesinde dayanamadı, can verdi.
Dershaneye gidiyormuş dendi.
Neden gidilir dershaneye? Bir gelecek umuduyla, bu çorak hayata biraz daha sıkı tutunabilmek hayaliyle.
Ölen sadece bir genç olmuyor o zaman; gençliğe dair umutlar da paramparça ediliyor.
Çünkü ölüm sadece ölüm olmakla kalmıyor; böyle ölümler bu ülkede umursamazlığın, unutuşun, görmezden gelişin, bazı hayatları değersiz görüşün, bunca büyük laf arasında çocukları, gençleri tüketişin de adı oluyor.

Eylül’de de, yine Şırnak’ta 7 yaşındaki Mihraç, üzerinde Galatasaray formasıyla bize gülümsüyordu gökten.
Çünkü babasının kim bilir nelerden keserek alabildiği bisikletinde, kim bilir hangi rüzgârla uçururken hayallerini, neşesini; o da bir zırhlı aracın çarpmasıyla ölmüştü.
Onlarca “zırhlı araç” kurbanına eklenmişti, henüz 7 yıllık ömrüyle.

“Zırhlı araç” diyoruz ama onları sürenler var. Devlet görevlileri.
Bir çocuğun ölümüne sebep olmuşlarsa, kendi çocukları varsa hele, üzülmüşlerdir diye düşünüyorum hep.
Ama esas onları memur eden devletin üzülmesi lazım. “Şefkatli ve merhametli olması” lazım.
Oysa Dayan’ın ölümünden sonra “Amirler” açıklama yaptı: “Kamuoyunu ilgilendirmeyen bir konu” deyiverdiler.

Kamunun oyu, huyu, suyu da, böyle çocukları, gençleri sessizce, önemsemeden gömdüğü kuyu da amiri haklı mı çıkarıyordu ne!

Kendimden alıntıdaki çocukları hatırladım; bugün de, o yazıdan 7 sene sonra. Kimini günlerce ve hiçbir sene unutmadan, hep takip ederek yazmışım.

“12 yaşındaki”, elbet başka çocuklar da vardır, 2004 sonunda Kızıltepe’de bedenine yağan, yaşından bir fazla, 13 polis kurşunuyla öldürülen ve hala ayağında terlikleriyle orada uzanmış yatan Uğur Kaymaz’dı.
Israrla yazmıştım. Sonra yazanlar çoğaldı, dava oldu, dava başka şehre kaçırıldı, işten el çektirilen polisler yine işe döndü…
O yazanlar arasında beni en çok duygulandıran, kağıt üzerinde “karşıt kutuplarda” görünsek bile, vicdan hattında birbirimize sarıldığımız rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin de Uğur’un insan hakkına, çocuk ruhuna sahip çıkışıydı.

Devletin şefkat ve merhameti, Uğur’a isabet eden mermi sayısını evrakta 9’a indirmek ve bir gün adına yapılan heykeli hemen kaldırmak olarak da tecelli etti!

“13 yaşındaki”, elbet başka çocuklar da vardır, 1995’de Mardin Dargeçit’te jandarmanın gözaltına aldığı ve kayıplara karıştırılanlardan biri Seyhan Doğan’dı.
Oradan bir tek 11 yaşındaki kardeşi Hazni sağ dönebilmişti.
En küçüğü 12-13 yaşında, en büyüğü 57 yaşında olan bu insanların öldürülmesine, cesetlerin kuyulara atılmasına karşı çıkan bir uzman çavuş da kayıplara karıştırılmıştı. Karısı da onu arayıp durdu, cesedinin oracıkta bir fırında yakıldığı iddia edildi.
Dönemin rütbeli amirlerinden biri DYP’den, diğeri SHP’den belediye başkanı olacak; DYP’lisi daha sonra rozet takılıp AKP’ye de transfer edilecekti.

Seyhan’ın annesi Asiye Doğan evladını karakolda aradı, ona da işkence yapıldı. Hasta, bitkin, yaralı bedeniyle Cumartesi Annesi oldu İstanbul’da, Galatasaray Lisesi önünde.
Dayanamadı, evladının akıbetini öğrenmek isterken öldü.

Yerini Ramazan Doğan aldı, Seyhan’ın babası Cumartesi Annesi oldu!
O Ramazan Doğan’dır işte, bir gün “Şefkat ve merhamet” sözlerinin sahibi Başbakan, “Bu cumartesi annelerini birileri kullanıyor. Ne iş yaptıklarını bilmiyorum” dediğinde, “Ben söyleyeyim. Oğlumun kemiklerini arıyorum” diye seslenen.

O günler bazı şeyler mümkün oluyordu. Başbakan, Dolmabahçe’de kayıp analarını, babalarını dinledi ondan sonra.
Henüz Cumartesi Anneleri o meydandan da kazınmak istenmemişti.
O jandarma komutanlarını partiden partiye taşıyanlar gözlerini o meydana dikmemişti!

Sonra Ramazan Doğan’ın kalbi de dayanamadı. Bir vasiyet gibi bıraktı, oğlunun kemiklerinin bulunmasını.
Dargeçit’e değil, Asiye Hanım’ın yanına, İstanbul’a gömüldü.

Sonra sonra… Geçmişin hakikatlerini tırnaklarıyla kazıp arayanlar sayesinde “oğlunun kemikleri” bulundu. Gözaltına alındıktan 18 yıl sonra, bir kireç kuyusunda.

Devletin böyle vakaları saklama şefkatine rağmen “13 yaşındaki Seyhan’ın kemikleri” ile İstanbul’da gömülmüş olan annesi ve babası kendi memleketlerinde buluştu; Asiye ve Ramazan Doğan, Seyhan evlatlarına böyle kavuştu!

Seyhan gözaltına alındığı gün 29 Ekim’di, Cumhuriyet Bayramı’ydı. İktidarda AKP yoktu. Cumhuriyet bütün çocuklarını sevemiyordu.
2002’den beri aramızdan erkenden kopan, koparılan ve çoğu unutulup giden onca çocuk, genç, asker, polis, kadın ise, bu iktidarın artık 20 yılı da geçen şefkat ve merhamet döneminin, devletteki ıstırap verici devamlılığın kayıpları.

Vicdanımızın hafızası olmadan…
Hafızamız da vicdanlı olamıyor! 

Tüm yazılarını göster