Tüm Türkiye’nin nefesini tuttuğu
derbi. Sadece Türkiye mi? Dünyanın gözü bu derbide. O kadar büyük
bir maç ki, yönetmesi için bir Türk hakeme lâyık görülmüyor artık.
Son Şampiyonlar Ligi finalinin hakemi Slavko Vincic getiriliyor.
Ardından başlama düdüğünü çalıyor Vincic. Ve derbinin, iki takımın
bütün yaldızları o an dökülmeye başlıyor. Futbol sahası içinde
sahte olan hiçbir şeye yer yok. Burası sadece gerçeklerin yer
alabildiği bir sahne. Yine öyle oluyor.
Her şeyden önce şunun altını
çizmek lâzım: Bu kadar gerginliğin olduğu bir yerde futbol oynamak
mümkün değil. Hakem için geçerli olan, futbolcular için de geçerli.
Ligin değerinden çok daha fazla paralara takımlar kuruyorsunuz.
Sadece devre arasında bile çuvalla para harcayıp transferler
yapıyorsunuz. Her şey bu maç için. Diğer maçları iki takım da zaten
bir şekilde kazanıyor. Bu maçta da o birbirinden pahalı
oyuncuların, en basit bir pası bile olabildiğince risksiz bir
şekilde vermeye çalıştıklarını görüyorsunuz. Çünkü hepsinin
kaybetmekten ödü kopuyor. Kaybetmekten bu kadar korkarsanız,
kazanmak için hiçbir şey yapamaz hâle gelirsiniz. Dün akşam olduğu
gibi.
RİSK YOKSA FUTBOL DA YOK
Özellikle Galatasaray, iç saha
avantajını kullanmayı bir an bile denemedi. Okan Buruk’un aşırı
temkinlilikten üç orta sahalı düzene geçmesine rağmen, hemen her
topu aldıklarında orta sahayı hiç kullanmadan topu direkt ileriye
vurmayı tercih ettiler. Bir şekilde bu uzun toplardan sekenleri
alıp karşı yarı sahaya yerleştiklerinde de ceza sahasına
gelişigüzel orta yapmaktan başka bir şey
denemediler.
Oysa maçın büyük bir bölümü
boyunca Galatasaray adına büyük bir fırsat vardı. Sarı-kırmızılılar
kendi yarı sahasında topa sahipken, Fenerbahçe’nin merkez
ikilisinden Szymanski önde baskıya katılıyor, üçlü savunmanın
önünde Fred’den başka orta saha oyuncusu kalmıyordu. Galatasaray’ın
aklında biraz olsun merkezden hücum etmek olsaydı, Fenerbahçe’nin
eşleşmelerde verdiği bu boşluktan faydalanabilirdi. Ama bir defa
bile girişimde bulunmadılar.
Buna karşılık Fenerbahçe de
hemen her hücum denemesini sol kanattan Filip Kostic üzerinden
geliştirdi ve Sırp oyuncunun ortalarıyla pozisyon üretmeyi denedi.
Fakat bu, bilhassa üçlü savunmaya geçtikten sonra, Fenerbahçe’de
görmeye fazlasıyla alışık olduğumuz bir manzaraydı. Elbette bunda
Galatasaray’ın sağ kanat ikilisi Frankowski-Sallai’nin korkunç bir
maç çıkarmasının da etkisi vardı. Ama onlar da bu denemelerden bir
sonuç alamadı ve Jose Mourinho da tıpkı Okan Buruk gibi bu durumu
değiştirmek için hiçbir şey yapmadı.
GALEANO’NUN KEMİKLERİ SIZLADI
Geçtiğimiz sezonun ilk yarısında
oynanan, benzer sıkıcılıkta geçen ve yine golsüz beraberlikle sona
eren derbinin yazısını Eduardo Galeano’ya sığınarak bitirmiştim.
“Dünya derbisinde” yeni bir şey olmadığı için yine aynısını
yapacağım. Bu maça bu kadar söz fazla bile.
"Şimdilerde onbir oyuncunun
onbiri de kale direklerine asılmış, gol yememeye çalışıyorlar;
doğal olarak da gol atmaya vakit kalmıyor," diye betimler günümüz
futbolunu Eduardo Galeano, güzelim kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da. İki tür futbol vardır ona göre; atak ya da
ürkek futbol. Futbolun ürkeklik tarafından esir alındığından, çünkü
cesaretin kâr sağlamadığından bahseder.
Profesyonel futbolun gün
geçtikçe daha zevksiz bir spor dalı durumuna geldiğini, maçı
kaybetme endişesinin verdiği stresin, futbolu giderek daha fazla
hıza ve kuvvete dayanan bir ortama doğru sürüklediğini, artık daha
çok koşulduğunu, ama daha az riske girildiğini söyler. Modern
futbolcular ise “başarı sağlamada ya da hezimeti önlemede
uzmanlaşmış görevliler”dir onun için. Bu futbolcuların yoksun
bırakıldıkları bir özgürlükten de söz eder: İçlerinden geldiği gibi
oynama özgürlüğü.
Oynamaktan yoksun bir futbol,
Galeano’nun deyimiyle ürkek futbol, dün akşam da Seyrantepe’deydi.
İki takımın da maç boyunca kaybetmekten ödü koptu. Bunun
neticesinde de ortaya böyle bir maç çıktı. Başka bir deyişle, bunca
harcanan paranın, yapılan afra tafranın, edilen tantananın satılan
cakanın neticesi; hayatlarımızdan çalınan iki saat oldu.