Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.
Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.
Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.
Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.
Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.
YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ
Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!
Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?
Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.
Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.
Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”
Yarın devam edeceğiz…