Ölümcül Covid-19 salgını ve onun giderek ağırlaşan tablosuyla
karşı karşıya bulunan Türkiye’yi yönetenlerin, artık neredeyse her
açıklama ve eylemi halk sağlığı için endişeleri artıracak ‘skandal’
özellikler içeriyor. Bu yönetimde tek başına belirleyici olan,
ülkeyi neredeyse ‘şahsı’ pozisyonunda değerlendiren Cumhurbaşkanı,
“önceliğimiz üretim ve ihracat” diyerek, tablo ne kadar ağırlaşırsa
ağırlaşsın bir genel karantina uygulamasına gitmeyeceklerinin
işaretini veriyor, kamu kaynaklarının sermaye için seferber
edilmesinin ardından topluma IBAN göstererek bağış istiyor… Hiç
değilse tıbbi alandaki mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Sağlık
Bakanı “virüsün bu kadar hızlı yayıldığını bilmiyorduk” diyor…
İçişleri Bakanı, canının derdine düşmüş emekçilerin protesto
amacıyla, sağlık emekçilerinin toplumu uyarmak amacıyla çektiği
videoları “halkı kin ve düşmanlığa sevk” kapsamında gözaltı konusu
yapıyor (ya da ibretlik özür videoları çektiriliyor bu kişilere)…
‘Rakip parti’deki belediyelerin, üstelik bizzat cumhurbaşkanı IBAN
dağıtmadan önce, yardım toplamak için açtıkları hesapları
soruşturmayla blokluyor…
Sahadaki gerçekler ise tüm bu söz ve eylemlerin tam tersi
istikamette gelişiyor; bunları yalanlıyor, geçersizleştiriyor,
itibarsızlaştırıyor.
“Önceliğimiz üretim ve ihracat” diyerek işçileri çalıştırmaya
devam eden, geriye kalana “evden çıkma, elini yıka, kolonya sür”
telkininde bulunan ‘sınıfsal karantina’ doğal sonuçlarını veriyor:
En çok vaka görülen iller, İstanbul (8 bin 852) İzmir (853), Ankara
(712), Konya (584), Kocaeli (410), Isparta (268), Sakarya (207),
Adana (197) Bursa (135)… olarak sıralanıyor. Isparta’daki ‘umre
etkisi’ sayılmazsa, geriye kalan kentlerin tamamı sanayinin,
fabrika üretiminin, inşaatın, dolayısıyla zorunlu çalışmanın
sürdüğü iller. Kentlerin nüfusları bu sıralamada belirleyici
olmuyor; aksine, ‘çarklar dönsün diye’ insanların çalıştırıldığı,
ücretsiz izin ve genel sağlık hakkının tanınmadığı kentlerde
tablonun, nüfustan bağımsız olarak ağırlaştığı görülüyor. Örneğin
İstanbul nüfusu İzmir’in 10, Ankara’nın 12 katı değil; ama
(bilinen) vaka sayısındaki fark oranı bu... Nüfus olarak
Türkiye’nin 11’inci büyük ili olan Kocaeli, vaka sayısında 5’İnci,
ölümlü vaka sayısında 3’üncü sıraya yükseliyor. Fabrikaların,
organize sanayi bölgelerinin yoğun olarak bulunduğu, harıl harıl
çalışmaya devam ettiği kentlerdeki vaka ve ölüm sayılarında dikkat
çekici yükseklikler olduğu görülüyor. En temel ‘strateji’ olarak
öne çıkan “öncelik üretim ve ihracat, çarklar dönecek” tercihi,
özellikle emekçiler için, ağırlaşacağı çok açık sonuçlar üretiyor.
Aynı esnada salgını fırsata çeviren pek çok sektörlerde binlerce
işçi, hakları gasp edilerek kapıya konuluyor. İşyerindeki sağlıksız
koşulları eleştiren işçiler hem kovuluyor hem soruşturmalarla
karşılaşıyor. Her şey, sanki geriye kalanlar ibretle izlesinler
de akıllarını başlarına alsınlar istenir gibi açık açık
yaşanıyor. Tablo, çalışan sınıflara karşı gerek fiziki gerekse mali
olarak bir kırıma dönüşüyor.
Devleti yönetenler, onun kaynaklarını sermaye için tahsis
ettiklerinden “Milli Dayanışma Kampanyası” adıyla ve “biz bize
yeteriz” sloganıyla kampanya başlatıyor ama o da umulan etkiyi
yaratmak bir yana, büyük bir tepki seline yol açıyor. İlan
edildikten dakikalar sonra öfke ve alay dolu itirazlarla
itibarsızlaşıyor. Öyle ki, ertesi gün muhalefet belediyelerinin
kampanyaları soruşturmalarla bloke ediliyor. Bu da yetmiyor, devlet
bizzat kendi çalışanlarından, maaş kesintisi yoluyla bağış
toplamaya kalkıyor. Botaş çalışanları, bazı yargı mensupları
ve öğretmenlerin maaşlarından kesinti yapılacağı duyuluyor ilk
elden. TÜSİAD ve Koç Üniversitesi ilintili bir ‘ekonomist’in,
salgının ilk günlerinde dahice bir fikir zannederek yazıp sonra
silmek zorunda kaldığı “devlet memurları ve öğretmenler madem
işe gitmiyor maaşlarının bir bölümü kesilsin mücadelede
kullanılsın” pişkinliği, “kalp kalbe karşıymış”
dedirtircesine, neredeyse yarı-resmi bir uygulama haline getirilmek
isteniyor. Çaresiz durumdaki küçük esnafa, en düşük gelirlilere,
fırsatçı tefeciler gibi, faizle borç öneriliyor…
Sağlık Bakanı, daha ilk günlerden itibaren durumun ciddiyetini
anlatmaya çalışanlar bozgunculukla, ‘Fetöcülük’le vs suçlanmamış
gibi “virüsün fıtratını bilmiyorduk” mealinde açıklama yapıyor.
Toplumun salgın bilinci, kurmalı robot gibi çalışan medya
aracılığıyla; “kelle paça için” diyen Canan Karataylara, “bizim
Türk genimiz var bize bir şey olmaz” diyen Oytunlara terk edilirken
kaybedilen zamanı görmezden geliyor. Türk Tabipler Birliği başta
olmak üzere, sağlık çalışanlarının meslek birlikleri, sendikaları,
konusunda uzman isimleri, hiçbir kibir göstermeden, neredeyse
yalvararak sürece katılmak isterken onlara kulak tıkanmamış da
virüs sinsilik etmiş gibi bir senaryoya sığınıyor.
Yukarıda sayılanların hepsi, bugünkü Türkiye’nin yönetici
sınıflarının doğal reaksiyonuyla toplumun kalanının karşı karşıya
gelmesidir. İşçiler, üretici köylü, küçük esnaf, doktorlar, sağlık
emekçileri, öğretmenler, kısaca bütün halk sınıflarının
uygulamalardan memnun olmadığı açık. Fakat bugün, öncekilerden
farklı olan, tüm bu rahatsızlık verici uygulamaların,
belirgin sınıf kayırmacılığı ve düşmanlığının, hiçbir örtüye gerek
duymadan, alenen yapılmasıdır. Erdoğan (ve AKP), kendi meşruiyet
kaynağını sağlayan sandık desteğinin önemli bir akamete
uğratabilecek bu ‘açıklığı’ neden benimsiyor? Bu bir çaresizlik
gafleti mi? Nasıl olsa bugünler unutulur, dini-kültürel kimlik
siyaseti yeniden çalışır beklentili bir hesap mı? Yoksa bunca
olumsuz algı yaratan, hem kibirli hem aciz görünmelerine yol açan;
işçileri ölümüne çalışmaya sürerken memurlara kelle vergisi salar
gibi maaş kesintisiyle bağış yapmaya zorlayacak kadar ‘şeffaflaşan’
yönetimin, krizin derinleşmesi ve sonrası için ‘başka’ siyasal
planları mı var? Macaristan’daki ‘sevgili dost’ Orban’ın daha erken
uygulamaya başladığı gibi bir plan?
Erdoğan, aslında en başından beri hayalinde olan, 7 Haziran 2015
seçim yenilgisinden itibaren, bu yenilgiyi de bir ‘fırsat’a
çevirecek şekilde açık adımları atılmaya başlanan, 15 Temmuz’un
sağladığı lütufkâr momentte hızlanan, MHP ittifakıyla
pekişen, 2017 referandumu ve 2018 başkanlık seçimleriyle
tekerlekleri dönmeye başlayan bir tür “başyücelik devleti”
projesini, çeşitli ‘dışsal’ nedenlerle bir türlü tam gönlündeki
gibi hayata geçiremiyor ya da ilan edemiyordu. Covid-19
salgını, hem yarattığı toplumsal endişe ve belirsizlik, hem
zorladığı çeşitli sınıfsal ve siyasi tercihler, hem yakın gelecekte
yol açabileceği sonuçlar açısından böyle bir fırsat olarak
görülüyor olabilir. CHP’li belediyelerin bağış kampanyalarının
cebren engellenmesi konusunda AKP il başkanlarına hitap ederken,
“devletimiz, yani cumhurbaşkanlığı makamı” demesi, bir dil sürçmesi
değildir. Salgın ve sonuçlarının yarattığı endişeli belirsizlik
ortamının bir fırsat yarattığını düşünerek, onun kaçınılmaz olumsuz
sonuçlarının altından kalkmanın da muhtemel tek yolu olarak
girilmiş bir yönelimin en açık ifadesidir belki de…
Bu yönelimin ‘olanaklarını’ ve nelere yol açabileceğini bir
sonraki yazıda tartışmaya devam edelim…