Korona günlerinde başka bir şeyden konuşmak mümkün değil. Belli ki salgın buraları da kaplayacak, canımızı yakıp öyle geçip gidecek. Bütün dünya için durum böyle. Ne gelişmiş Avrupa ne sıcak Afrika ne de komünist Çin salgından azade.
Covid-19 hastalığı küreselleşme düşüncesinin sonunu haber veriyor gibi. Sınır ötesi her nevi hareketlilik durdu. Çok uluslu şirketlerin ne olacağı belirsiz. Tek kazananı uluslararası kapitalizm olan küreselleşmenin böyle tökezlemesinden keyif alanlarımız da olabilir. Ama aslında sınırların kalkmasının halkların birbirine yakınlaşması, ülkelerin dayanışma içinde olması gibi olumlu bir anlamı da var... Küreselleşmenin gölgede kalan bu boyutu da korona paniği içinde iyice karanlığa gömülüp unutuluyor. Küresel salgına karşı her ülke sınırlarını pekiştirip kendi başına bir mücadeleye girişiyor. Adeta bir rekabete dönüşen bu tekil mücadelenin insanlık adına ortak bir sonuç vermesi mümkün mü? Korona virüsü saldıracağı bedenlerin milletini, ulusal kimliğini filan sormuyor. Hepimizin ortak özelliği insan olmamız. Ama her ne hikmetse koronaya karşı milletçe mücadele etmenin mümkün olduğunu sanıyoruz. Harita üstünde çizilmiş hayali sınırın bir tarafında insanlar ölürken diğer tarafında sağlıklı ve mutlu kalmak sanki mümkünmüş gibi…
Her memleket kendi bacağından asılıyor. Her ülke kendi meşrebine göre tavır takınıyor. Çin milyonlarca insanı evine kapatırken, İtalyanlar uzun süre hiçbir şeye aldırmadı… Amerika, egosantrik başkanın ruh haline uygun biçimde kapıları kapatıp insanları serbest piyasanın insafına bırakacak gibi görünüyor. İngiltere ise trafiği tersten akıtmayı sürdürüyor. Bambaşka bir yol izlemeye karar vermiş, ülkede ‘sürü bağışıklığı’ geliştirmeyi hedefliyorlar. Yani hastalığın engellenmesinden ümidi kesmişler, kontrollü biçimde yayılıp herkese bulaşmasını bekleyeceklermiş. Hesaba göre toplumun yüzde 60’ı hastalığı kapınca bağışıklık gelişiyormuş… İhtiyarları neredeyse gözden çıkartan bu çılgın hesabın da bilimsel bir yanı var elbette. Ama eleştirenler de çok, mesela Financial Times’a göre ‘bu bir kumar’.
Bizde ise diğer bütün ülkeler gibi ‘sosyal mesafelendirme’ işliyor. Şimdilik vaka sayısı çok az ve neredeyse herkes Türkiye’nin bu işte tedbirleri zamanında alıp işi sıkı tuttuğundan emin. Yine de endişe, korkuya, korku paniğe dönüşerek her yere yayılıyor.
Erzak stoklayıp eve kapanmak, hane halkını kurtarmak için tek çare gibi benimseniyor. Herkesi birkaç hafta evde tutmak mümkün tabii. Meselenin aylarca uzaması halinde ise durum değişecektir. Öyle bir durumda toplumsal hayatın çökeceğini, evde tek başına bir yaşamın da aslında mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz aslında. Bu durumda çıkmaza girmek yerine toplumsal dayanışmanın benimsenmesi gerekiyor. Sağlıklı olanların, dezavantajlı olanlar lehine inisiyatif almaları gerek. Hep beraber evlere kapanıp balkondan birbirimize şarkı söyleme romantik anlarına özenmek yerine hayatı ayakta tutmanın yollarını aramalı. Ülkeler için istediğimiz dayanışma ve birliktelik halini önce kendi küçük toplumsal hayatımızda gerçekleştirebilmeliyiz. Hükümetlerin aldığı tedbirler kadar, bireylerin ve toplumların özverileri ve dayanışma kapasiteleri de önem kazanacak çok kısa sürede.
Tabii paniğin salgından hızlı yayılmasının bir sebebi de bu konuda hiçbir şey bilmiyor olmamız. Salgın deyince insanların aklına Orta Çağ'ın veba salgınları geliyor. Şu yaşadığımıza en çok benzeyen İspanyol Gribi’nin 1918-1920 yılları içinde 50-100 milyon kişiyi öldürdüğünü çoğumuz yeni öğrendik. Savaş koşullarında, antibiyotik öncesi çağda İspanyol Gribi dünya nüfusunun yüzde 15’ini bu hayattan alıp götürmüş. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana insanlık dünya çapında büyük bir felaket görmedi. ‘Daha iyi bir dünyada’ yaşamadığımızı biliyoruz. Öte yandan ‘Pax-Amerikana’ barışı altında kitlesel ölümlerden devasa trajedilerden uzakta yaşamını sürdüren ‘medeni dünyanın’ olabildiğimiz kadar bir parçası olarak bugünlere geldik. Şimdi hiç hesapta olmayan bir karanlık sardı çevremizi. Bilim adamlarına bakarsak hastalığın zirveye varmasına daha üç dört hafta var, ama yaz ortası gibi de etkisini kaybedecek. Geçip gittiğinde mutlaka geride, sahip olduğumuz uygarlığa, dünya düzenine, içinde yaşadığımız topluma ve bizzat her bir bireye dair yeni sorular ve cevaplar bırakarak gidecek…