Hükümetler birbiri ardı sıra hayatı normalleştirecek uygulamaların takvimini yayınlıyor. Tabii salgının önümüzdeki aylarda yeni bir zirve yapma ihtimali kuvvet kazanırsa sert önlemler tekrar gündeme gelebilir. Ancak böyle bir terslikle karşılaşmadığımız müddetçe onbinlerce insanın Covid-19 nedeniyle ölmüş olması hayatın yeniden akmasına engel oluşturmayacak. Auschwitz veya Hiroşima’dan sonra nasıl dönmeye devam ettiyse dünya, yine aynı şekilde hareketine devam edecek. Savaşların yarattığı kötülükler, yani insan yapımı felaketler ile doğadan gelen kötülükleri kıyaslamama müsaade edersiniz diye umuyorum. Çünkü kötülüğün kaynağının insan mı, doğa mı veya Allah mı olduğu sorusuna verilecek yanıt burada pek fazla bir fark yaratmıyor. Kaynak ne olursa olsun gündelik hayatın olağan akışında kilitlenmeye yol açan aksaklık giderilince toplum hayatında esasa dair şeyler değişmeden devam ediyor. Bu da bize şunu gösteriyor: Kötülük nereden gelirse gelsin, onun bir “felaket” halini alması için mutlaka işin içine insan parmağının da karışmış olması gerekiyor. Zira biz felaket terimini, iç içe geçmiş toplumsal sistemlerin önceki gibi işleyememesi ve bu tıkanma sonucunda kitlesel düzeyde yaşanan yıkımın şiddetini vurgulamak istediğimiz durumlarda kullanıyoruz.
O halde bu türden felaketlerin temelde bir kitle olgusu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle baktığımızda doğal adını verdiğimiz felaketleri onların toplumsal ve siyasal etkilerinden ayırt etmenin imkânsız olduğu daha açık görülür. Örneğin İzlanda’daki yanardağın kraterlerinden tüten duman sadece gezegenin merkezinde biriken enerjinin bir dışavurumunu temsil etmiyor, dünyanın yarısında aynı anda uçuşları durduruyor ve ekonomik hayatı baltalıyor. Yahut İstanbul’da yaşanan deprem yerkürenin farklı katmanlarının hareketiyle açığa çıkan sarsıntıyı anlatmakla kalmıyor, bir bütün olarak toplumsal, siyasi ve ahlaki yapıyı sarsıntıya uğratıyor. Sonra bugünkü salgın da sadece biyolojik organizmaların, yani virüs dediğimiz parazitlerin besin zincirinde yer alan insanlarla girdiği bir mücadeleden ibaret değil; salgın küresel çapta bir kapanma ve kilitlenmeye de yol açıyor. Tüm bu felaketlerde dünya yeniden dönsün diye geliştirdiğimiz çözümler, yani şehirlerin, ulaşım araçlarının ve enerji kaynaklarının kullanımıyla ilgili öneriler kısa vadede çözüm olsa da orta ve uzun vadede sorunun kendisi haline geliyor. Bu çözümlerle iç içe geçmiş ekonomik ve teknolojik sistemlerin karşılıklı bağımlılığını daha da arttırıyor ve mevcut sorun kümesini biraz daha büyüterek kontrolden çıkarıyor.
Bir süreci felaket olarak niteleyen bütün belirtiler (ister ekolojik, ekonomik veya teknolojik sistemlerin karşılıklı bağımlılığı olsun, ister enerji sağlayan su, petrol veya kömür gibi kanyakların tüketimi olsun, isterse de bu sistemlerin resmî veya gayri resmî, askeri veya sivil, kamu veya özel gibi değişik kullanım biçimleri olsun) birbirine genel ve tek bir araç üzerinden bağlanırlar: Para. Felaket, insanın dünya üzerindeki tüm varlıkları birbirine bağlama, yani para üzerinden sermayeye bağımlı hale getirme eğiliminin bir sonucudur. Bu eğilim en güçlü ifadesini modern kapitalizmde buluyor olsa da hiç şüphe yok ki sadece kapitalizme özgü değildir. Esasen insan diğer canlıları ve onların doğal dünyasını şehirleşme, ticaret ve lüks uğruna sömürmeye başladığında, yani doğal kaynakları sadece hayatta kalma gayesinin ötesinde kullanmaya başladığında bu eğilim de doğmuş oldu. Teknolojik ilerleme ve modern sermaye birikimi sadece bu genel sömürü eğilimini çok daha etkili ve yaygın bir hale getirdi. O yüzden, insanlık durumuna felaketlerin gözünden bakınca hem doğanın insan tarafından sömürülmesi hem de insanın insanı sömürmesi anlamındaki iki boyutlu eğilimin uygarlık tarihindeki genel sonuçlarını daha net bir şekilde görebiliriz.
Tarihçi William McNeill felaketlerin insanlık tarihindeki etkilerini çözümlerken özellikle salgın hastalık faktörünün büyük bir önem taşıdığına inanır. Uygarlığın gelişiminin parazitlik veya asalaklık kavramı çerçevesinde işlendiği bu son derece ilginç girişimin temel iddiasını şu şekilde özetleyebiliriz: Dünya tarihinin esas anlamı, insanlarla besin kaynakları uğruna mücadeleye giren veya doğrudan insan bedeninden beslenen biyolojik organizmalar (küçük parazitler) ile diğer insanların mallarına yahut hayatına el koyan insan gruplarının (büyük parazitler) davranışları arasındaki ilişki çözümlemeden anlaşılamaz. Ona göre tarih boyunca farklı yörelerde yaşamış olan insan topluluklarının sosyal hayatı asalaklık örüntülerindeki değişmelerden ziyadesiyle etkilenmiştir. Ancak insanlığın özellikle tarım devriminden sonraki faaliyetleri bulaşıcı hastalıkların gelişimini ve bunun insan topluluklarının yaşam biçimleri üzerindeki etkilerini büyük ölçüde belirlemiştir. Başarılı bir tarımsal faaliyet için uygulanan sulama yöntemleri ve mevcut su kaynaklarının kullanımı parazitlerin tür ve sayısında artışa yol açarken, tarımsal ürün fazlasının stoklanması insanların yaşam alanlarını parazitleri taşıyacak olan fare, sıçan, sinek veya diğer böcek türleri için daha da cazip hale getirmiştir. Diğer yandan, sadece küçük parazitlerin etkinlik alanı artmakla kalmamış, tarımsal ürün fazlasını bunu üretmemiş olduğu halde tüketecek olanlara aktarmanın mümkün hale gelmesiyle büyük parazitler için de yol açılmıştır. Bu tarz bir biriktirme ve aktarma sürecinde paranın oynadığı rol son derece belirleyicidir. Böylelikle insan topluluklarında konaklar ile parazitler, yönetilenler ve yönetenler arasındaki ayrımlar için gerekli zemin de kendiliğinden açığa çıkmıştır.
Salgın hastalıkların insanlık tarihinin gelişimiyle kesiştiği yerde tespit edebileceğimiz ve hepsi de değişik açılardan önem taşıyan birçok sonuç var. Ama hepsini yazmak için yeteri kadar yerimiz olmasa da özellikle bir sonucun burada vurgulanmaya değer olduğuna inanıyorum. Şöyle ki bu sonuç bizim uygarlık tarihi olarak okuduğumuz ve öğrendiğimiz her şeyin, aslında nasıl üreten insan toplulukları ve doğa üzerinde bir “büyük parazit” olarak yaşamasından ibaret olduğunu gösteriyor. Yani salgınların gelişimini genel olarak felaketlerin öyküsüne bağladığımızda, uygarlık tarihini değişik biçimler ve adlar altında ortaya çıksa da kapsamı sürekli olarak genişleyen tek bir felaket şeklinde anlamamız mümkün hale geliyor. Felaketlerin doğa ile insan, uygarlık ile barbarlık arasında çizdiğimiz sınırlara sığamaması da bu yüzden olsa gerek. Zira her üretilen çözüm sonradan gelişecek bir başka felaketin kaynağı olarak işlev görmekten fazlasını yapamıyor. Böylelikle insan parmağının işe girmesiyle yaratılan felaketler sıradanlaşıyor, sanki bir doğa olayının kaçınılmazlığıyla aynı karakterdeymiş gibi muamele görüyor. Tüm bu dönüşümlerin kaynağındaysa her felaketi bir diğerine eşdeğer kılan, hepsini tek bir büyük felaketin çatısı olarak kendinde toplayan para var.
Para bugün yaşanan ölümlerin hem ölçüsü hem de kaynağı gibi duruyor. Salgın ilk başladığında bazı inançlı Müslümanlar “Virüsten korkma Allah’tan kork!” şeklinde bir tebliğde bulunmuşlardı. Yeryüzündeki hastalıkların dünya hayatının zevkleri uğruna işlenen günahların bedeli olarak göklerden geldiği düşüncesi sadece Müslümanlara veya bugüne özgü değil. Öteden beri salgın hastalığın tanrıların insana seslenme biçimi olduğunu düşünme yolunda güçlü bir eğilim vardır. Söz konusu eğilim gücünü bir müminin karşısına çıkabilecek en yaman sorulardan birine hazır ve kolay bir yanıt üretmesinden alıyor. Soru şudur: Allah varsa tüm bu felaketler neden oluyor, iyi insanların başına neden kötü işler geliyor? Batılıların “teodise problemi” adını verdiği ve tanrının varlığını kanıtlamak yahut çürütmek amacıyla sorulan bu soru bizde “takdir-i ilahi” adı altında ele alınıyor. İçinde yaşadığımız çağda bu soruya daha farklı bir ad vermemiz gerekli gibi görünüyor. Çünkü yaşanan felaket hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın dönüp dolaşıp ekonomik bir görünüme bürünüyor, eninde sonunda bir “para problemi” şeklinde ortaya konuyor. İnsan kanının değeri parayla belirleniyor. Türkiye bu ölçüyü en başından 100 milyar TL olarak belirlemişti. Ne de olsa insan kanının en ucuz olduğu yerlerden birinde yaşıyoruz. Öyle değil mi?