Volkswagen neden Türkiye'yi seçti?

Otomotiv sektörü, hem Batı'daki sermaye yoğun sektörlerden birisi olması hem de Türkiye’nin “Avrupa’nın Çin’i olması” bağlamında önemli bir zemin oluşturageldi. Bu nedenle AKP’nin yatırımcı çekmek amacıyla lobi yapmaktan geri kalmadığı sektörlerden birisiydi.

Abone ol

Tolga Tören*

Malum, son günlerde Alman kapitalizminin neredeyse simgelerinden birisi olan Volkswagen’in Türkiye’de açmaya karar verdiği fabrika, ekonomi gündeminin önemli maddeleri arasında yer alıyor.

Kimileri, bir yandan şaşırdı bir yandan da kızdı Alman firmasına! Öyle ya, yatırım yaparak “otoriterleşen” Türkiye’ye destek veriyordu firma. Nasıl olurdu ki? Oysa sermaye demokratik ortamlarda yeşerir, gelişir, birikirdi..!

Kimileri de şirketin Türkiye kararını, “yeni Türkiye”nin istikrarının bir göstergesi olarak kabul etti. Bürokratik vesayetten kurtulan “yeni Türkiye”nin başı yükselerek demokrasi arşına değiyordu!

LİBERAL DEMOKRAT SERMAYE HAYALİ!

Örneğin Can Dündar, Almanya’nın etkili gazetelerinden die Zeit’ta 21 Ağustos 2019 tarihinde yayımladığı “Erdoğan Volkswagen istiyor” başlıklı yazısını şu sözlerle bitiriyordu:

“Türk hükümetinin yatırımcı arayışını ve yabancı yatırımcıların ucuz işgücü, geniş pazar, devlet güvenceli kâr iştahını anlamak kolay. Ancak yatırım yapılan rejimin, içeride hukuku nasıl hiçe saydığını görünce, verdiği güvenceye inanmak zor. Türkiye’ye yatırım yapacak olanlar devlet garantisi yerine hukuk devleti talep ederse, bunun hem yatırımlarına, hem yatırım yaptıkları ülkenin halkına faydası dokunur.”

Öyle ya, Ruhr havzasının en büyük kapitalistleri Hitler’e arka çıkmamışlardı mesela… Alman sermayesi Nazi rejimine; İngiliz, ABD ve Hollanda sermayesi Güney Afrika’daki apartheid rejimine yatırım yaparak can suyu sağlamamışlardı mesela.

Sevgili Mehmet Türkay’ın hatırlattığı üzere, liberalizmin piri Friedrich August von Hayek, 1981’de Şili’ye ilişkin “Benim tercihim, liberalizme hiç yer vermeyen bir demokratik hükümetten değil, liberal bir diktatörden yanadır” dememişti mesela!

Ve daha birkaç yıl önce egzoz emisyonu skandalına imza atan, şimdi ise “liberal iyimserlik” tarafından hukuk devleti talep etmesi beklenen Volkswagen değildi mesela.

'YENİ TÜRKİYE'NİN BAŞARISI MI?

Başta saray medyası olmak üzere kimileri ise sarayın başarı hanesine yazdı Volkswagen’in Türkiye’ye yatırım yapma kararını.

Sabah’tan Kerem Alkin Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin başarısını, Otomotiv Yetkili Satıcıları Derneği (OYDER) Başkanı Murat Şahsuvaroğlu ise şirketin Türkiye’ye olan güvenini öne çıkardı.

Peki, bir şirket bir ülkeye neden güvenirdi ki? ‘Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’ olduğu için mi mesela?

AKP’li yıllarda; ama özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında kendisini, 1970’li yılların ifadesiyle, “işbirlikçi” olarak kodladığı TÜSİAD’a karşı “yerli ve milli sermaye”nin temsilcisi olarak resmeden Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) ise yabancı sermaye arzusunu anımsayıverdi aniden.

MÜSİAD’ın, daha önceleri Volkswagen’in Manisa’yı tercih etmesi için Manisa’daki tüm siyasileri, oda ve sivil toplum kuruluşlarını harekete geçmeye çağırmış olan Manisa il başkanı da, cumhurbaşkanına ve hükümete teşekkürlerini sundu.

MÜSİAD temsilcisi, bir fabrika uğruna yerli ve milli sermaye olma hülyalarını unutup, “medeniyet denen tek dişi kalmış canavar”a güçlü bir el uzatsa da, sarayın iletişim sorumlusu Fahrettin Altun, daha birkaç gün önce Mehmet Akif’in dizelerini paylaşıyordu Twitter hesabından halbuki: “Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın…”

Kuşkusuz, bütün bunlar olurken, ekonomi politiğin kuralları işlemeye devam ediyordu.

OTOMOTİV LOBİSİ!

AKP'nin 2008 krizi sonrasında izlediği ekonomi siyasetinin önemli parametrelerinden birisi, emek yoğun sektörleri Kürt coğrafyasına kaydırmak; başta otomotiv olmak üzere, sermaye yoğun sektörleri de batıda yoğunlaştırmaktı.

Muhreç barış akademisyenlerinden Melda Yaman’ın 2016’da Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) tarafından yayımlanan “Yeni Türkiye” (2016) başlıklı derlemede yer alan “İhracat Sanayilerinin Yeniden Yapılanması ve Kadın Emeği” başlıklı çalışmasında da altını çizdiği bu yönelimin sonuçlarından ilki “bölge" ile batı arasındaki ücret makasıdır. Nitekim, Yaman’ın aktardığı üzere 2010 yılında, İstanbul’da 8.8 TL olan saatlik ücretler Güneydoğu Anadolu bölgesinde 5.4 TL’dir.

Bu durum aynı zamanda iki noktanın da açıklamasını oluşturur: Birincisi eski devlet bakanı Kürşat Tüzmen’in “Türkiye kendi Çin'ini yaratmalı” biçimindeki ünlü sözünün. İkincisi ise, kendi içinde bir Çin’e sahip olacak olan Türkiye’nin, topyekun Avrupa’nın Çin’i olma hevesinin. Bu ikinci noktaya aşağıda daha detaylı değineceğim.

Otomotiv sektörü, hem Batı'daki sermaye yoğun sektörlerden birisi olması hem de Türkiye’nin “Avrupa’nın Çin’i olması” bağlamında önemli bir zemin oluşturageldi. Bu nedenle AKP’nin yatırımcı çekmek amacıyla lobi yapmaktan geri kalmadığı sektörlerden birisiydi. Dolayısıyla, AKP’nin otomotiv sektörüne yatırım yapacak dış yatırımcı arayışının yeni bir gelişme olmadığını söylemek mümkün.

Yukarıdaki yargının önemli göstergelerinden birisi, işlevi uluslararası yatırımcılara Türkiyenin “yatırım imkanlarını”, yani doğasını, doğal kaynaklarını, (ucuz) emek gücünü pazarlamak olan Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı’nın 2018 tarihli İngilizce raporunun başlığı: “Türk Otomotiv Sanayisine Neden Yatırım Yapılır?” (Why Invest in Turkish Automotive Industry?).

Volkswagen gibi bir firma ile kurulacak ilişkinin Avrupa sermayesi ile ilişkiler bağlamındaki sembolik öneminin farkında olan cumhurbaşkanlığının da ciddi bir lobi faaliyeti yürüttüğünü, hatta Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin “Otomotiv Sektöründe Gündem” başlıklı, iki sayılık özel bir yayın çıkardığını da geçerken not edelim.

Sermayenin ‘Türkiye otomotiv sanayisine neden yatırım yapılır’ sorusuna verdiği yanıtları da aynı başlıkla rapordan hareketle birlikte görelim.

UCUZ VE KALİFİYE EMEK, YÜKSEK ÜRETKENLİK!

Raporda vurgulanan noktalardan biri Türkiye’nin “gereksinim duyulan beceriye rekabetçi bir maliyet avantajı ile sahip olması” (s.25); yani, Türkiye’de ucuz ve kalifiye işgücünün varlığı.

Raporda, Almanya, Fransa, ABD, İrlanda, İngiltere, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Türkiye karşılaştırıldığında, imalat sanayisinde en düşük emek maliyetinin Türkiye’de olduğu belirtiliyor. Buna göre, 2015 yılı itibarı ile Türkiye’de imalat sanayisi saatlik emek maliyetleri, Almanya’nın neredeyse yedide biri; ama aynı zamanda, Türkiye gibi, yatırım çekmek için kaynaklarını pazarlamaya çıkarmış olan Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerin de altında. Bu dört ülkede imalat sanayi saatlik ücretleri sırasıyla 11,3; 10,9; 8,7 ve 8,4 dolar. Türkiye’de ise 6,8 dolar (s. 25).

Bu durum, raporda yer alan aşağıdaki tabloda açıkça görülüyor.

İmalatta saatlik emek maliyetleri

Konstanz Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erdal Yalçın da Deutche Welle (DW) Türkçe’ye verdiği mülakatta, Türkiye’ye yatırım yapma kararında Türkiye’deki emek maliyetlerinin düşüklüğünün oynadığı role vurgu yapıyor.

Yalçın’ın vurgu yaptığı diğer noktalar ise sektörde Türkiye’nin sahip olduğu deneyim ve yakın gelecekte 100 milyonu bulacak olan nüfusun yarattığı pazar potansiyeli.

Bu potansiyeli harekete geçirecek ilk işaret de cumhurbaşkanından geldi. Nitekim kendisi, Taksiciler Esnaf Odası yöneticilerine “Bu yatırımdan sonra biz de sizin taksilerin tamamını Volkswagen’e çeviririz. Sizin için özel bir model üretmelerini isteriz” sözlerini sarf etti.

Ancak devletin sektördeki firmalara talep yaratma biçimi her zaman taksiler kadar “sivil” değil. Bu noktada TOMA ya da benzer araçlar üreten firmalara devlet eliyle yaratılan talebi not etmekte fayda var. Devletin talep yaratma kapasitesinin, fabrikanın, neden Türkiye’ye kıyasla daha düşük ücret düzeyine sahip Bulgaristan’da açılmadığının açıklamalarından birisi olduğunu söylemek de mümkün.

Sektörün üretim performansının 2009-2017 arasında yüzde 8 arttığını (s. 5) vurgulayan rapora göre, Türkiye’deki araç üretimi kapasitesinde de son yıllarda önemli bir artış var. Örneğin 1990-1999 arasında 298 bin olan araç üretim kapasitesi, 2000-2009 aralığında 784 bine, 2010 - 2016 aralığında 1 milyon 214 bine, 2017’de ise 1 milyon 696 bine ulaşmış. Aynı rakamlar, Çek cumhuriyetinde 1 milyon 420 bin, Slovakya’da 1 milyon 2, Polonya’da 690 bin, Macaristan’da 505 bin, Cezayir’de 376 bin, Romanya’da 359 bin ve Slovenya’da 190 bin (s. 7).

Nihayet, bu rakamlar aracılığıyla, yani ucuz emek ve yüksek üretkenlik, dolayısıyla yüksek sömürü koşulları altında Türkiye, 2017 yılı itibarıyla dünya otomobil üretiminde ilk 14’e girmiş (s. 3).

ESNEK ÇALIŞMA, DÜŞÜK ÖRGÜTLENME!

Yukarıda aktarılanlara Türkiye’deki esnek çalışma koşullarını ve işçi sınıfının örgütsüzlüğünü de eklemek gerekiyor elbet.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR) Şubat 2019 tarihli “Sendikalaşma Araştırması”nın aktardığına göre, Türkiye’de resmi sendikalaşma oranı yüzde 13,9. Resmi rakamlara göre dahi yüzde 30’ların altına düşmeyen, inşaat gibi sektörlerde yüzde 55’lere varan kayıtdışı çalışma da dahil edildiğinde ise yüzde 11,4.

Öte yandan, malum, Türkiye’de sendikalı olmak toplu sözleşme kapsamında olmak anlamına gelmiyor. DİSK-AR’ın belirttiği üzere, sigortalı işçiler arasında toplu iş sözleşmesinden yararlananların oranı yüzde 8,4 ve bu oran kayıtsız işçiler de hesaba katıldığında yüzde 7’ye geriliyor.

Sendikalaşma oranı, otomobil isçilerinin örgütlü olduğu metal sektöründe ise Ocak 2019 itibariyle yüzde 18,4. Ancak, endüstri ilişkileri alanındaki çalışmaları ile bilinen Aziz Çelik’in “Türkiyede Metal İşçilerinin 2015 Grevler ve Direnişler Dalgası (The Wave of Strikes and Resistances of the Metal Workers of 2015 in Turkey)” çalışmasında belirttiği üzere, sektörde sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 30’u toplu sözleşme kapsamı dışında.

Hatırlanacak olursa, başta, diğer sektörlerle kıyaslandığında oldukça düşük kalan ücretler olmak üzere, yukarıda belirtilen koşullara; ama aynı zamanda sektörde faaliyette bulunan en güçlü sarı sendika olan Türk Metal’e karşı, 2015 yılında Renault, Fiat ve Ford firmalarını etkileyen büyük bir grev dalgası patlak vermişti.

Sonrası mı?

İyisi mi, önce Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Tuhaf” şiirini hatırlayalım, sonra da, ‘sonrasını’:

“siz tuhafı belki de

yaprakları yedi renkli

bir merakeş menekşesi sanıyorsunuz

oysa tuhaf deyince ben

bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye

cıncık boncuk helva zeytin

krem pertev ve gözyaşı

Çekoslavak kurşunkalem

öğrencisiz sarıdefter

cetvel silgi açıölçer

çıplak kadın fotoğraflı aynalar

solgun kuka iplikleri kazak şişleri

ve kurumuş birkaç sinek

ve Şahiçe Süreyya

ve Keriman Halis Ece -güzellik kraliçesi-

bir de bismillah

…bana bir de tuhaf gelen

neron’ların hitler’lerin sandıktan çıkması

seçenlerin seçilenden korkması

rüşvetin papaz gibi girip çıkması

suçun ülke yönetmesi örneğin

ve zincire vurulması suçlunun

bana hep tuhaf gelir nedense

tuhaf da değil hatta

bana hep komik gelir

demokrasi oynaması bir diktatörün

ve sırtlanın ağzında zeytin dalı tutması

çünkü tuhaf

bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye

sakızlar durur rafta

üstünde besmelelerin.”

OHAL: ‘GREV OLMASIN DİYE’!

Belki de 15 Temmuz 2016’nın öncesinde ve sonrasında yaşananların en güzel resmidir Hasan Hüseyin’in “demokrasi oynayan bir diktatör” ve ‘ağzında zeytin dalı tutan sırtlan’ ifadeleri.

Hatırlayalım…

Önce, eski koalisyon ortağı “sırtlan”ın 15 Temmuz 2016’da, ağzındaki zeytin dalını yere tükürerek kalkıştığı ama ‘başarısız’ olduğu darbe girişimini…

Sonrasında, eski ortağının girişimini -belli ki- bir takım pazarlıklar ve mutabakatlarla savuşturanların, kendi eski düşmanları ile bir olarak, eski ortağına ve dahi tüm muhalefete karşı gerçekleştirdiği ‘başarılı’ darbesini…

Ve “olağanüstü hal” (OHAL) ilanını… İlerleyen dönemlerde olağanüstü halin olağanlaşmasını…

DİSK’in 15 Temmuz 2017’de, yani olağanüstü halin birinci yıl dönümünde açıkladığı “OHAL Emeğe Zararlıdır” başlıklı raporda belirtildiği üzere, OHAL’in sadece ilk yılında çıkarılan 26 Kanun Hükmünde Kararname’yi (KHK), ertelenen beş grevi, grev ertelemelerinden etkilenen 23 bin 874 işçiyi, kapatılan 19 sendikayı ve diğerlerini…

Hatırlamaya devam edelim:

Darbe girişiminin birinci yıldönümünde uluslararası yatırımcılarla buluşan iktidarın yatırımcılara hitaben dile getirdiklerini:

“…OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum: İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı, ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.”

Ne diyordu Hasan Hüseyin? “Demokrasi oynayan diktatör”.

Bir yanında kimi beraatlerin ve “hukuk reformu” söyleminin, diğer yanında ise “vatanın bekası” naraları eşliğinde savaş tamtamlarının çalındığı sahneye bakacak olursak, yeni bir “oyun” kurulduğunu ya da mevcut “oyun”un yeniden kurulduğunu söylemek mümkün.

Ancak oyun demişken!

Bu dünyadan bir Bertolt Brecht geçtiğini de hatırlamak gerekiyor.

Eleştirellik ve estetik düzeyi yüksek epik oyunlarında; emekçiler olarak kodladığı izleyiciyi oyunun parçası kılan.

*Dr. University of Kassel, International Center for Development and Decent Work (ICDD).